KÜRESELLEŞME’NİN TERMİNOLOJİSİ

Bilindiği gibi, dünya bilgisayar, telekomünikasyon ve dijitalleşme alanlarındaki yenilikler sayesinde minyatürleşti. Bu küçülme, insanların şu ana dek hiç görülmemiş bir şekilde birbirlerine ulaşmalarını ve bilgi-haber-para-müzik ve sair her istedikleri konuda birbirleriyle değiş tokuş yapmalarını sağlıyor artık.
Teknik manada “küreselleşme” adını taşıyan bu kavram, bizi bütünleştirdi tabii bir nevi. Ama bu uzaktan ‘bütünleşmiş’ görünen dünyada, maalesef yaşam, kolaylaşacağına zorlaştı. Neden dersiniz?
Gelenek ve alışkanlıkların yerini ‘innovasyon’ (yenilik) aldı da ondan! Her birimiz hiç bitmeyen bir 100 metre koşusuna çıkan atletlere dönüştük! Bu koşuda kaç kez kazanırsanız kazanın, ertesi gün yeni bir yarış var! Ve bu koşuda herkes birbirinin rakibi.
Eskiden, dost ve düşman’dan oluşan ikili bir dünya vardı ama şimdi, herkes birbirine çok ‘yakın’ görünmesine rağmen her an birbirinin düşmanı olmaya da aday maalesef. Ve bu dünyada yaşamımız gibi kavramlar da değişmekte biteviye…
Konumuzda uzman olsak dahi, sadece ormandaki tek tek ağaçları (yani parçaları) görmekte uzmanız. Ama çoğu zaman, ormanı (yani bütünü) görmekte yetersiz kalıyoruz. Ve bu nedenle her birimiz, ormanda yolumuzu kaybetmeye adayız.
O.k., küreselleşme para ve mal değiş-tokuşunu kolaylaştırmakla kalmayıp, aynı zamanda insanların erişim engelleri yıkarak bireylere ve örgütlere hiç görülmedik bir güç kazandırdı; ama bu, bize yolumuzu kaybettiren bir güç olmasın ?!

“MİKROÇİP BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ BOZUKLUĞU” NE DEMEK?
Şu an post-endüstri çağındayız. Ama endüstri çağında, herşeyde hiyerarşi hakimdi. Yani, bir ailede veya örgütte, piramidin üst tarafı karar verir, aşağıdakiler ise uygulardı. Ara ve alt kademedekiler, sadece kendi işlerini yapabilecek kadar bilgiye sahiplerdi. Ama artık, güç merkezden çevreye doğru yayılacak şekilde yeniden yapılanmaktadır. Yani karar süreci demokratikleşmekte ve iktidar merkezden çevreye yayıldığı için, kararlar ve bilgi hem yukarıdan aşağıya hem de aşağıdan yukarıya doğru akabilmekte ve merkez her saniye yeniden tanımlanmaktadır.
Bu ve mesafe ile zaman engelinin giderek yok olması sayesinde, birbirimizin nabzını da sürekli tutar haldeyiz; aksi halde şirketsek müşterimizi, kadın isek kocamızı (veya tersi) kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyayız.
İşte bu yeni sisteme uyum sağlayamayanlara:
“Mikroçip Bağışıklık Sistemi Bozukluğu” (MBSB) hastası deniyor! Bu çağda artık, ister devlet ister şirket isterse birey olalım, kendimizi sürekli yenileyerek değişeceğiz ya da bunu başaramayarak MBSB hastalığına yenik düşeceğiz.

“ALTIN DELİ GÖMLEĞİ” NE DEMEK?
Endüstri devriminden önce, çok küçük azınlık dışında hemen hemen herkes aynı standartlarda yaşardı ama endüstri devriminden sonra gelir dağılımında uçurum oluştu. Bunu Marx ve Engels şöyle tanımlar:
“Üretimin altüst olup toplumsal düzeni bozması sonunda oluşan belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını önceki çağlardan ayırır. Bütün yerleşik ilişkiler ve onlara eşlik eden eski önyargılar tasfiye oldu. Yeni oluşanların hepsi ise kemikleşemeden eskimekte. Kısacası yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor; kutsal olan ne varsa lanetleniyor ve insan kendi gerçek yaşamı ve hemcinsiyle ilişkilerine nihayet ayık kafayla bakmak zorunda kalıyor.”
Endüstri devrimin sonunda ortaya çıkan bu adaletsizlikleri yok etmek için, 1917’den sonra Rusya’da merkezi planlamaya dayanan bir seçenek (Bolşevik Devrimi) denendi; ancak o da başarılı olamadı ve 1989 yılında sahneden çekildi.
Günümüzde de büyük dönüşüm yaşanıyor. İnsanlar serbest piyasa kapitalizminin acımasızlığından hoşlanmıyorlar ama gerçek bir ideolojik alternatiften de yoksunlar. Daha adaletli görünen sistemler, geliri daha etkili ve adil dağıtıyor olabilirler, ama hiçbiri, dağıtılacak geliri yaratmada serbest piyasa kapitalizminden daha etkili olamıyorlar. O zaman önümüzde tek bir yol var!:
Üstümüze ALTINDAN BİR ‘DELİ GÖMLEĞİ’ GİYMEK. Peki bu ne demek?
Bir ülke, küresel ekonominin serbest piyasa kurallarına uymaya karar verdiğinde, ya sırtına “altın deli gömleği” giymiş olur; ya da “altın deli gömleği” için henüz ölçü aldırmamışsa, bunu yakında mutlaka yapacaktır.
Altın deli gömleğini ilk kez, 1979’da İngiltere’de Margaret Thatcher ‘dikti’. Ve bu, 1980’lerde ABD’de Ronald Reagan’dan gelen destekle küresel bir moda hâline geldi. Bu modelin ortaya çıkmasına, merkezi planlamaya dayanan ekonomik yaklaşımların yeterli büyümeyi sağlayamaması yol açtı.
Thomas L. Friedman’a göre, bir ülkenin ‘altın deli gömleğinin içine sığabilmesi’ için şu kuralları benimsemesi gerekir (dikkat edin: bunların hepsi -13 hariç!- Türkiye’de yapılmakta):
1.Özel sektörü ekonomik büyümenin temel motoru hâline getirmek,
2.Enflasyon oranını düşük tutmak ve fiyat istikrarı sağlamak,
3.Devlet bürokrasisini küçültmek,
4.Bütçe fazlası sağlamasa bile olabildiğince dengeli bir bütçe yürütmek,
5.İthal ürünler üzerindeki gümrük tarifelerini kaldırmak veya düşürmek,
6.Kotalardan ve yerel tekellerden kurtulmak,
7.İhracatı artırmak,
8.Devlete ait sanayi kuruluşlarını ve kamu iktisadi teşebbüslerini özelleştirmek,
9.Sermaye piyasalarını serbestleştirmek,
10.Para birimini konvertibl hale getirmek,
11.Ülkedeki sektörleri, hisse senedi ve tahvil piyasalarını doğrudan yabancı mülkiyete ve yatırıma açmak,
12.Ülke içindeki rekabeti olabildiğince artırmak üzere ekonomiyi devlet kontrolünden arındırmak,
13.Kamusal yolsuzlukları, sübvansiyonları ve rüşveti olabildiğince azaltmak,
14.Bankacılık ve telekomünikasyon sistemlerini özel mülkiyete ve rekabete açmak,
15.Vatandaşa yerel ve yabancı emeklilik ve yatırım fonları arasından seçim fırsatını vermek.
Küreselleşme’nin özeti olan yukarıdaki serbest piyasa kurallarının hayata geçmesi, Friedman’a göre ekonomiyi büyütür ve siyasetin etki alanını azaltır.
Yani, altın deli gömleği ekonomi cephede, büyümeyi destekler ve ortalama gelir düzeyinin yükselmesini sağlar; çünkü küresel rekabetin baskısı altında dış ticaretin, yabancı yatırımların ve özelleştirmenin artması, kaynakların daha verimli kullanılması sağlar.
Ama siyasi cephede ise, bu durum iktidar sahiplerinin seçeneklerini daraltarak onları daha kısıtlı parametrelerle çalışmaya zorlar. ‘Altın deli gömleğini giymiş’ ülkelerde iktidar ve muhalefet partileri arasında fazla fark kalmamasının sebebi işte bu yüzdendir; çünkü ülkeler, altın deli gömleğini bir kez giydi mi (yani serbest piyasa kurallarını benimsedi mi) artık bunlardan sapamaz!
Aksi takdirde, bu durum yatırımcıların kaçmasına, faiz oranlarının yükselmesine ve piyasa notunun düşmesine yol açar.
Ve Altın Deli Gömleği içinde daha rahat hareket etmenin tek yolu onu genişletmektir!!
Onu genişletmenin tek yolu ise, üzerinize sıkı sıkı oturmasını sağlamaktır!
Eskiden ‘tarihsel koşullar böyle gerektirdi’ denirdi, ama şimdi o yüzden, ‘piyasa koşulları böyle gerektiriyor’ deniyor. Neden? Artık piyasal ekonominin bir askerisiniz; ve kumandanınız bir başkası. Serbest değilsiniz ki, karar alasınız? O nedenle, artık bir kez üzerinize bu deli gömleğini giydiniz mi, bir daha bunu çıkaramayacak ve bu sistemin size sağladığı KISITLI hareket alanı içinde yürümek zorunda kalacaksınızdır.
Ülkelerin altın deli gömleğini giymekten (yani serbest piyasa kurallarını benimsemekten) kaçınmalarının giderek zorlaştığını iddia eden Friedman, “Altın deli gömleğini giymek ve küresel piyasalarla bağlantıya girmek zorunda olduğumuzu söyleyemezsiniz! Bizim kendi kültürümüz, kendi değerlerimiz var. O nedenle ekonomimizi kendi yöntemimizle çalıştıracağız.” şeklindeki itirazlara şu cevabı vermekte:
“Günümüzün küresel piyasa sistemi, yani hızlı dünya ve altın deli gömleği; aslında iletişim kurma, yatırım yapma ve dünyayı görme şeklimizi kökünden değiştirmiştir. Bu değişimlere direnmek, size kalmıştır. Ama bir bedel ödemeden veya yüksek bir duvar inşa etmeden bu değişimlere karşı koyabileceğinizi sanıyorsanız, sadece kendinizi kandırmış olursunuz!” Çünkü finansın, teknolojinin ve bilginin demokratikleşmesi sadece alternatif sistemleri koruyan duvarları yerle bir etmekle kalmadı; aynı zamanda “elektronik sürü” denen yeni bir güç kaynağının da doğmasına yol açtı!

“ELEKTRONİK SÜRÜ” NE DEMEK?
Dünyanın her köşesinde, bilgisayar başında oturup, paralarını yatırım fonlarından emeklilik fonlarına, emeklilik fonlarından yükselen piyasa fonlarına taşıyan ya da evlerinde internet üzerinden işlem yapan bütün o isimsiz hisse senedi, tahvil ve döviz takasçılarına “elektronik sürü” denmekte.
Bu terim, “Acaba üretim en verimli (en düşük maliyetle) Dünyanın neresinde yapılabilir?” diye araştırarak fabrikalarını dünyanın her yerine yayan çok uluslu şirketleri de içine alıyor.
Bu ‘sürü’, finans, teknoloji ve enformasyonun demokratikleşmesi sayesinde, artan bir hızla çoğalıyor. Öyle ki, artık büyümeyi sağlayan asli sermaye kaynağı olarak, devletlerin yerini almaya başladığı bile iddia ediliyor. Ve günümüzün küreselleşme sisteminde öne çıkmak isteyen ülkeler, sadece ‘altın deli gömleği’ni giymekle kalmayıp aynı zamanda bu ‘elektronik sürü’yle de bağlantı kurmak zorundalar..Bu arada bir tespit daha:
‘Elektronik sürü’ ‘altın deli gömleği’ne bayılır; çünkü ‘altın deli gömleği’, ‘sürü’nün bir ülkede görmek istediği bütün serbest piyasa kurallarını temsil eder.
Ve bu gömleği giyip üzerinde tutan ülkeler, sürü tarafından büyümelerini sağlayacak yatırım sermayesiyle ödüllendirilir. Onu giymeyen ülkeler ise sürü tarafından cezalandırılır! Yani, elektronik sürü, böyle bir ülkeden uzak durur ya da parasını o ülkeden dışarı çıkarır.
Friedman’a göre, “Moody’s Investors Service ve Standard & Poor’s, elektronik sürünün çoban köpekleridir”. Bu kredi notu kurumları, dünyanın her köşesinde dolaşıp, ülkeleri koklayıp dururlar. Ve altın deli gömleğini üzerinden atmaya çalışan bir ülke gördüklerinde gürültüyle havlamakla görevlidirler. İşte elektronik sürü, ulus-devletler ve altın deli gömleği arasındaki bu etkileşim, günümüzün küreselleşme sisteminin merkezini oluşturuyor.

Elektronik sürü, Soğuk Savaş sırasında büyümüş ama, soğuk savaşın duvarlarla çevrili dünyasında, sürü üyelerinin bugünkü ağırlık ve güçlerine ulaşmaları mümkün olmamıştır. Çünkü o dönemde çoğu ülke (en azından 1970’lere kadar) sermayenin sınır dışına çıkmasını önleyen denetimler uygulamıştır. Bu da, elektronik sürü haline gelmeyi zorlaştırmıştır.
1970’ler öncesinin kapalı ekonomilerinde, devletler, esas yönlendiriciler olmuş ve Soğuk Savaş döneminde, ABD ve Sovyet hükümetleri, “Düşmanla savaşmak için, Ay’a insan göndermek için, ordumuzun daha kolay hareket etmesini sağlayacak yeni otoyollar kurmak için vs vergilerinize ihtiyacımız var!” şeklinde, mali politikaların zorunlu kıldığı yüksek vergileri Soğuk Savaş bahanesiyle kolayca gerekçelendirebilmişlerdir. Ayrıca, gelişmekte olan ülkelerin vatandaşları, dünyanın başka yerlerindeki insanların nasıl yaşadığı konusunda çok az bilgi sahibi olduklarından, kapalı bir ekonominin yol açtığı düşük yaşam standartlarına daha kolay katlanabiliyordu.
Ancak finans, teknoloji ve enformasyonun demokratikleşmesi, Soğuk Savaş sisteminin sona ermesi ve dünyanın her yanındaki duvarların yıkılmasıyla birlikte, ansızın çok sayıda ülkenin yatırımcılarından oluşan bir ‘sürü’nün özgürce koşturabildiği uçsuz bucaksız bir küresel ova oluştu.
Elektronik sürünün otlama, büyüme, çoğalma ve en sonunda güçlü süper piyasalara dönüşme fırsatını bulduğu yer, daha sonraları siber uzaya doğru genişleyen bu uçsuz bucaksız ova olmuştur. Küresel girişimciler günümüzde karşı konulmaz bir ekonomik büyüme kaynağı hâline gelirken, bu girişimciler, kaçırıldıkları zaman, hükümetleri bile devirebilecek kadar ürkütücü bir kuvvete dönüşebilmektedirler.
Friedman’ın yukarıda ifade edilen görüşleri, aslında 2000’li yılların başında Türkiye’de DSP-ANAP ve MHP koalisyon hükümetinin sonunu hazırlayan ve 2002 seçimlerinde bu 3 partiyi de yüzde 10 barajının altında bırakan krize de ışık tutmaktadır.

“UZUN BOYNUZLU SIĞIRLAR” NE DEMEK?
‘Uzun boynuzlu sığırlar’ metaforu ile, yabancı sermaye diye bilinen işle uğraşan çok uluslu (Ford, Intel, Compaq ve Toyota gibi) şirketler kastedilmektedir.
Bu şirketler, sadece gelişmekte olan ülkelerin hisse senetlerine ya da tahvillerine yatırım yapmakla kalmaz; çok ince hesaplardan sonra, doğrudan doğruya fabrikalara, kamu iktisadi teşebbüslerine ve enerji santrallerine yatırım yapıp, bu yatırımlarını da bir gecede geri çekmezler.
Küreselleşme sayesinde bu şirketler, eskisine göre daha çeşitli yollardan ve daha fazla ülkeye, daha büyük yatırımlar yapabilmekteler.
Soğuk Savaş döneminde, ülkeler gümrük duvarları ile kendi ekonomilerini büyük ölçüde koruma altına aldıklarından, bu şirketler, bu engelleri aşabilmek için, o ülkelerde uzun dönemli yatırımlar yaparlardı. Örneğin Toyota, ABD’de fabrika kurarak, doğrudan Amerikalı müşterilere mal satarken, Amerikalı firmalar da Japonya’da fabrika kurup Japonlara mal satar idi.
Çokuluslu şirketler, duvarlarla çevrili ‘eski’ dünyada, ayakta kalabilmek uğruna kilit pazarlarda fabrikalar kurmak zorundaydı. Böylece o pazarda daha iyi yerel üreticiler ve satıcılar hâline gelme fırsatını bulurlardı.
Ama teknolojinin, finansın ve enformasyonun demokratikleşmesi sonucu, Soğuk Savaştaki duvarların pek çoğu yıkılınca, çok uluslu şirketler, yabancı ülkelerde fabrika kurmak için eskisinden epey farklı bir teşvikle karşılaştı:
Çokuluslu bir şirketin istediği şeyi istediği yere satabileceği ya da istediği şeyi istediği yerde üretebileceği tek ve açık bir küresel pazar ve siber uzay ortaya çıktı!
Bu gelişme, rekabeti kızıştırdı ve pek çok sektörde kâr marjları düştü. Ve her çokuluslu şirket, azalan kâr marjını satış hacmiyle dengelemek üzere, küresel pazara satış yapmaya çalışmak zorunda kaldı.
Intel’in başkanı Craig Brett ve diğer CEO’ların, Silikon Vadisi’nde her ay bir dizi büyükelçi ve diplomat tarafından ziyaret edilip, bu ziyaretçilerin şunu dediklerini düşünürsek başka bir şey yazmaya gerek kalmaz herhalde:
“Fabrikanı al ve ne olur hemen bana gel!”

“KÜRESEL DEVRİM” NE DEMEK?
Küresel dünya bazında gerçekleşen enformasyon devrimi, insan hayatını derinden etkiledi ve liberal sistemin olduğu bütün ülkelerde, ekonomik kalkınma sonucu, kişi başına millî gelirin 15bin Doların üzerine çıktığı yeni bir orta sınıf ortaya çıktı.
Ve küresel şirketler -ne hükümetlerin ne de insan hakları örgütlerinin yapabileceği bir şekilde- ülkelerin iç işlerinin en derinine kadar nüfuz etme yeteneğini haiz olup; pek az ülkenin karşı koyabileceği baskılar dayatmaktadırlar.
Elbette ki, bu elektronik sürünün (yani küresel şirketlerin) ülkelerin iç işlerine nüfuz etmesinin sebebi demokrasi aşkı değildir. Bunların umursadığı tek şey kendi mülkiyetlerini çoğaltıp keyfi/hukukdışı işlemlere karşı kendilerini koruyabilmek amaçlı bir istikrar ve şeffaflıktır. Şeffaflığın işlevi, elektronik sürüye, daha fazla bilginin daha hızlı ulaştırılmasıdır. Çünkü şeffaf olmayan sistemlerde ciddi analizler yapamazsınız Bu sebeple son yıllarda elektronik sürü, genellikle ağır bedeller ödeyerek, finansal verilerde daha büyük şeffaflık talep etmeyi öğrenmiştir. Sürüye bağlanan ülkeler de -yine ağır bedeller karşılığında- finansal veri ve işlemlerinde ne kadar şeffaf olurlarsa, sürünün onlara sırtını ansızın dönüp gidemeyeceğini fark ettiler.
İşte bu sebeple, elektronik sürü, gelişmekte olan ülkelerin (aynı zamanda demokrasinin de gerekleri olan) yolsuzluktan ve kuralsızlıktan uzak yönetimler kurmasını isterler.

“ÇATIŞMAYI ÖNLEYİCİ ALTIN KEMERLER TEORİSİ” NE DEMEK?
Ünlü Fransız düşünür Montesquieu ‘Kanunların Ruhu’nda şöyle yazmıştır:
“Birbiriyle ticaret yapan iki ulus arasında karşılıklı bir bağımlılık oluşur; çünkü birinin satın almakta çıkarı varsa, öbürünün de satmakta çıkarı vardır. Bu yüzden aralarında karşılıklı zaruretler üzerine kurulu bir birlik vardır”.
Günümüze gelirsek, yapılan bir araştırma, aralarında savaş/sürtüşme olan iki ülke arasında, her ikisinin de McDonald’s restoranlarına kavuştuğu günden sonra, hiç savaş çıkmadığı tespit edilmiş.

Buradan hareketle Friedman, “çatışmayı önleyici altın kemerler teorisi”ni ortaya atmıştır. Bu teoriye göre, bir McDonald’s ağını ayakta tutacak büyüklükte orta sınıfa sahip bir ekonomik gelişmişlik düzeyine sahip olan ülkeler, birer “McDonald’s ülkesi olurlar. Ve McDonald’s ülkelerindeki insanlar savaşmaktan hoşlanmaz, bunun yerine hamburger kuyruğunda beklemeyi tercih ederler.
Elbette bu durum, insanların onur, korku ve çıkar kaynaklı savaşlarını tümüyle ortadan kaldırmaz ama görünen o ki, günümüzün küreselleşme anlayışı
*onuruna sahip çıkmak,
*tehditlere karşılık vermek ya da
*çıkarlarına hizmet etmek amacıyla
savaşı bir araç olarak kullanan ülkelerin önüne, eskisinden çok daha ağır bir fatura çıkarmakta ve sorunları, savaş olmadan çözmeyi ülkelerin çıkarlarına daha uygun hâle getirmekte ve savaşa girmenin bedelini modern tarihte hiç olmadığı kadar ağırlaştırmaktadır.
Elbette bu, bir daha savaş olmayacağı anlamına gelmez. Ama çağımızda artık liderler, savaşa girmeden önce eskisinden çok daha fazla düşünmek zorunda kalmaktadırlar.

“KAZANAN HEPSİNİ ALIR” NE DEMEK?
Küreselleşmenin en önemli yan etkilerinden birisi, sanayileşmiş ülkelerde zengin ile yoksul arasındaki uçurumun 1980’lerden sonra, göze çarpacak biçimde büyümesidir. Bunun sebebini “Kazanan götürür” ifadesiyle açıklayabiliriz.
Başarılı olanlar (zenginler) küresel pazara satış yapabilirken, başarılı olamayanlar (fakirler) yerel pazarla sınırlı kalmakta ve daha az kazanmaktadırlar.
Yani küreselleşme, dünyada bir “Kazanan hepsini alır” pazarı yaratarak, eşitsizliği yaygınlaştırmaktadır. Küresel dünyada, ancak yıldızlar ve en iyi ürünleri sunabilenler olağanüstü kazanç elde edebilmektedirler.

“DÜNYA DÜZDÜR” NE DEMEK?
Küresel rekabetin, ilerlemesini yavaşlatan tüm engelleri yıkarak dünyayı düzleştirdiğini iddia eden Friedman’a göre, küreselleşme 3 aşamada ortaya çıkmaktadır:
1.1492’den 19. yüzyıla kadar olan dönem:
Bu dönemde, ülkelerin ne kadar kas gücüne sahip olduğu ve bu gücün ne ölçüde yaratıcı kullanıldığı önemliydi. Çoğunlukla din veya emperyalizmden veya her ikisinden ilham alan hükümetler/ülkeler, duvarları yıkarak küresel bütünleşmeye giden yolu açtılar.
2.19. yüzyıl başından 2000’e kadarki dönem:
Bu çağın ilk yarısında küresel bütünleşmeye güç katan şey, buhar makinesi ve demiryolları sayesinde ulaşım maliyetinin azalmasıyken; ikinci yarısında, telgrafın, telefonun, kişisel bilgisayarların, uyduların, fiber optik kabloların ve internetin ilk şeklinin yaygınlaşmasıyla iletişim maliyetinin azalmasıydı. Malların ve bilginin, küresel bir piyasa oluşturmaya yetecek ölçüde kıtadan kıtaya hareket etmesi, ürünlerin ve işgücünün küresel olarak alınıp satılması anlamında gerçek bir küresel ekonominin doğduğunu ve olgunlaştığını bu çağda gördük.
Bu dönemin dinamosu, endüstrileşen ülkelerin pazar ve iş gücü için küresel düzeye çıkan çokuluslu şirketleridir.
3.2000-bugün arası dönem:
Bu aşamada küreselleşme uçuşa geçmiştir. 1.dönemde, küreselleşmenin itici gücü ülkeler; 2.dönemde şirketler iken; 3.dönemde ise bireylerdir.
Birey ve grupların bu kadar kolay ve sıkıntısız küreselleşebilmesine yol açan dinamo ise, küresel fiber optik şebekeyle birlikte bilgisayar yazılımlarıdır.
Ancak, bu dönem küreselleşmesinin eski dönemlerden ayrıldığı nokta, sadece dünyayı küçültüp düzleştirmesi ve bireyleri öne çıkarması değildir.
18. yüzyılda -dünyanın en büyük ekonomisi Çin olmakla birlikte- küreselleşmeyi gerçekleştiren ve sistemi şekillendiren Batılı ülkeler, şirketler ve girişimcilerdi. Ancak zamanla bu değişti. Dünyayı küçülten ve düzleştiren 3.dönem küreselleşmede, artık sadece Batılı bireyler değil, Batılı olmayan (yani beyaz olmayan) bireyler de ön planda; hatta artık ‘düz’ dünyanın her köşesinde gücü ellerine geçirmeye başladılar bile!
Berlin Duvarı’nın ve demirperdenin çöküşü, sadece serbest piyasa kapitalizminin yollarını düzleştirmekle ve Hindistan, Brezilya, Çin ve eski Sovyet İmparatorluğunda yaşayan 100 milyonlarca insanının devasa enerjisini serbest bırakmakla kalmadı; dünyayı eskisinden farklı ve sınırsız bir bütün olarak görmemizi sağladı. Çünkü “Berlin Duvarı yalnızca yolumuzu kesmekle kalmıyor görüşümüzü de kesiyor ve dünyayı tek bir Pazar/tek bir topluluk olarak düşünmemizi de engelliyordu”.

“KÜLTÜRSELLEŞME” NE DEMEK?
Bir ülkenin sanayileşmesinde iklim, doğal kaynaklar, coğrafya gibi unsurlar önemli rol oynamakla beraber; o ülkenin kültürel değerleri de anahtar rol oynar. Özellikle çalışkan, tutumlu, dürüst, sabırlı, kararlı, değişime/yeniliğe ve kadınların eşitliği fikrine açık olmak gibi değerler, ülkelerin ekonomik performanslarında son derece etkilidir.
Küreselleşme sürecinde kültürün 2 boyutu vardır:
1.Kültürümüzün ne kadar dışa dönük, yani yabancı fikirlere ne ölçüde açık olduğu?
2.Kültürün ne kadar içe dönük olduğu? Yani, ulusal birlik duygusu, kalkınmaya yoğunlaşma duygusu hangi ölçüde? Yabancılarla işbirliği yapma konusunda toplumun kendine güveni var mı? Toplumun elitleri geniş kitlelerin hayatına ne ölçüde ilgi gösteriyorlar? Memleketlerine yatırım yapmaya ne kadar hazırlar? Yoksa fakir vatandaşlarına kayıtsızlıkla yaklaşıp, başka ülkelerde yatırım yapmakla daha mı çok ilgileniyorlar?
“Bir ülkenin kültürü, yabancı fikirleri ve en iyi uygulamaları alıp kendi gelenekleriyle ne kadar birleştiriyorsa, ‘düz’ dünyada o kadar çok fırsat yakalar”. Buna “kültürselleşme” denir; yani yabancı kültürlere adaptasyon. Bu konuda Hint, Amerikan, Japon ve günümüzün Çin’inin doğal bir yeteneği var.
Örneğin Hintliler şöyle demektedirler: “Moğollar geldi, gitti. İngilizler geldi, gitti. Onların en iyi taraflarını alıp gerisini bıraktık. Hala köri yiyiyoruz; kadınlarımız hala sari giyiyor ve hala birbirine sıkıca bağlı büyük aileler şeklinde yaşıyoruz”. İşte Hintlilerin bu yaptığı ‘en üst düzeyde kültürselleşme’ olarak adlandırılmaktadır.
Sonuç olarak; “değişime en açık kültürler, en büyük avantaja sahiplerdir”.

KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE İSLAM DÜNYASI NE YAPIYOR?
Friedman’ın “Dünya Düzdür” isimli kitabında, bazı Müslüman ülkelerin, küreselleşme süreciyle yaptıkları kavga üzerinde durmaktadır.
Rekabette en büyük avantajın benimsemek ve uyarlamak olduğu küresel çağda, İslam dünyasını küresel işbirliğinden uzaklaştıran en büyük zorluklardan birisi, içtihat kapısını kapatan din adamları sınıfıdır Birçok Arap ülkesinde hala kabile kültürü ve düşünce tarzının egemen olmasının sebebi de budur. Örneğin, Bin Ladinciler, Suudi Arabistan’ı tüm yabancılardan ve yabancı etkisinden “temizleme” gayretindedirler.
Arap ülkelerinde, özellikle kadınları bir tehlike ve kirlilik kaynağı olarak görme, kamusal mekânlardan çekilmelerini ve ekonomik etkinlik göstermelerini engelleme gibi kültürel alışkanlıklar, birçok açıdan kalkınmaya engel oluşturmakta; bu da, toplumların potansiyellerini kullanmalarını engellemektedir. Nasıl ki vücudunun yarısını kullanamayan bir insan KÖTÜRÜM olursa; toplumun yarısını oluşturan kadınları dışlayan bir ülke de KÖTÜRÜM olarak yaşamaya mahkumdur.

İSLAM DÜNYASI KÜLTÜRSELLEŞMEYE DİRENİYOR MU?
Bir ülkenin en önemli erdemlerinden birisi hoşgörü kültürüdür. Hoşgörü kural olursa herkes gelişir; çünkü hoşgörü güveni besler; güven ise yenilik ve girişimciliğin temelidir.
Bir grupta, şirkette veya toplumda güven düzeyi arttığında, toplumsal işbirliği de gelişecektir. Geçmişte Müslüman İspanya, dünya tarihinin en hoşgörülü toplumlarından biri olduğu için aşırı derece ileriye gitmişti; ama bugün kendisini Müslüman ve yönetimini İslam Cumhuriyeti olarak tanımlayanlarda aynı hoşgörüyü görememekteyiz. Çünkü artık Müslümanlık, değişim ve yenilik kültüründen yoksun liderler tarafından yorumlanmaktadır. Ancak kültür, insanın DNA’sına kazınmış bir şey değildir; zamanla değişebilir: Örneğin Japonya ve Almanya, eskiden anormal militarist toplumlar iken son 50 yıl içinde, demokrasiye sadık toplumlara dönüştüler. İspanya, başkalarıyla iyi geçinmeyi ve ilerlemeyi, yaratıcı ve mutlu insanların oluşturdukları bir ticaret kültürüne sahip olduğu Müslüman zamanlarında öğrenmiş iken; bugün kendini Müslüman bir devlet olarak tanımlayan Suudi Arabistan ise, çağına uygun hiçbir üretim yapamadan, sadece petrolünü satarak yaşayabiliyor.
Bir diğer ters örnek vermek gerekirse de: Kültür Devrimi sırasında, ideolojik bir kültür çılgınlığının pençesine düşmüş olan Çin, bugün pragmatizm denince ilk akla gelen ülkelerden biridir.
Evet, sonuç itibariyle kültür önemlidir; ama genlerle değil şartlarla ve çevreyle iç içedir. Ve bir ülkenin lideri şartlara göre değişir ve uyum sağlarsa, o ülkenin kültürü de değişir ve şartlara uyum sağlar.
Belki Suudi Arabistan’ın bu kadar petrolü olmasa idi, oranın yöneticileri de, kendilerini değiştirmek zorunda kalacaklardı. Çünkü hayatta kalmaları için başka çareleri olmayan, doğal kaynaklar barındırmayan ülkeler, ancak ve ancak beyni yeni fikirlere açık insanları sayesinde gelişebilirler.

‘ORTA SINIF=UMUTLARI OLANLARIN SINIFIDIR’ DENİLEBİLİR Mİ?
Kültür ve eğitim çok önemlidir. Hindistan ve Çin’de eskiden beri aileler çocuklarına, doktor veya mühendis olmayı tavsiye ederler. Bugün ABD üniversitelerinde –kendi ülkelerine uçakla 16-20 saat uzaklıkta olmasına rağmen- 50şerbin Hintli ve Çinli öğrenci okumaktadır. ABD’ye çok yakın (uçakla 2-4 saat) olan Meksika’nın ise, ABD’de sadece 10bin öğrencisi okumaktadır. Ayrıca Meksika, dünyanın en büyük ekonomisinin sınırdaşı olmasına rağmen, bu büyük ekonominin dili olan İngilizceyi bile vatandaşlarına öğretmek için herhangi bir çaba sarfetmemektedir; çünkü devlet -Latin Amerikalı komşularının çoğunda olduğu gibi- Meksika’da da, ulusun çıkarlarını esas almaz; yerel veya yabancı egemen güçlerin çıkarlarını koruyan bir mekanizmayı destekler. Meksika Gelişme Araştırmaları Merkezi Başkanı Luis Rubio’nun şu sözleri durumu özetler: “Kendinize ne kadar güvenirseniz mitleriniz ve kompleksleriniz o kadar azalır. 1990’ların başlarında Meksika’daki en iyi şeylerden biri, Meksikalıların bunu yapabileceklerini düşünmeleriydi. Ancak hükümetin reformları durdurmasıyla bu özgüvenin büyük bir kısmı geçtiğimiz zaman zarfında yitirildi. Ve özgüven eksikliği, bir ülkenin geçmişinin ağzında sakız edilmesine neden olur.”
Oysa “Çin’de harika bir liyakat sistemi vardır. Bu sistem, Japonya’ya ve Kore’ye de taşınmıştır. Çalışanların hepsinde, temel bir ‘devletin bekası (=ölümsüzlük/kalıcılık)’ anlayışı var olup, tüm çalışanlardan devletin uzun vadeli çıkarlarını gözetmesi beklenir” (Francis Fukuyama).
YANİ, Çin’in başarısının tek nedeni, ucuz iş gücü değildir. Bu başarıda eğitim, altyapı, kalite kontrolü, başarılı orta düzey yöneticiler ve yeni teknolojilerin kullanılması gibi önceliklerin de katkısı var.

Kısacası, Çin sadece General Motors (GM) marka arabaların nasıl üretebileceğini öğrenmek istemiyor; kendisi GM olmak ve GM’u saf dışı bırakmak istiyor. İşte o yüzden, Küresel Rekabet Gücü Raporu’nda, Çin’in notu sürekli yükselirken Meksika’nın notunun düşmesi tesadüf değildir.

İnsanlarda umut varsa, orta sınıfınız var demektir:
Dünyada geniş ve istikrarlı bir orta sınıfın varlığı, bir ülkenin hem jeopolitik hem de ekonomik istikrarı için hayatidir.
Ancak biliniz ki orta sınıf, bir gelir aralığını değil, bir algı aralığını işaret eder. ‘Orta sınıf’, yoksulluktan ya da düşük gelir durumundan daha yüksek bir yaşam standardı ve çocukları için daha iyi bir geleceği ümid eden ve bunun için çalışan insanları tanımlar. ‘Orta sınıf’ sosyal hareketliliğe (çocuklarınızın sizden daha iyi bir ömür sürme şansı olduğuna) ve sıkı çalışma ile toplum kurallarına göre hareket etmenin sizi istediğiniz yere götüreceğine inanıyorsanız -günlük kazancınız ister 2 isterse 200 dolar olsun- fikri olarak orta sınıfsınız demektir.
Pek çok durumda, ‘düz dünya’da olanlar ile olmayanlar arasındaki çizgi, işte bu umut çizgisidir. Hindistan, Çin ve eski Sovyet İmparatorluğu gibi ülkeleri için iyi haber şudur ki: Bu ülkeler –birçok sorunu olsa bile- orta sınıf olma umudu taşıyan yüz milyonlarca insana ev sahipliği yapmaktadır.

11 EYLÜL TERÖRÜ NASIL OLUŞTU?
Dünya ülkelerinin küreselleşme sonucunda şimdiye kadar görülmedik şekilde bütünleşmesi, işbirliği olanaklarını arttırmış; bu, bazı kültürler üzerinde iyi tesir yaratmıştır. Ama, dünya düzleştikçe binlerce kilometre ötesindekilerin bile çok yakından fark edilmeye başlanması, insanların birbirinin muadilini her an takip etmesi sonucunu doğurduğundan, bu durum bazı kültürlerde, insanların kendilerini tehdit altında (hayal kırıklığına uğramış) hissetmesine yol açmaktadır.
Diğer (beyaz ve zengin adamın) kültürlerin yüksek ekonomik performansı, özellikle İslam dünyasında küçük düşme duygusunu açığa çıkarmış ve küreselleşme genç, işsiz ve hayal kırıklığına uğramış Arap-Müslüman erkeklerin birçoğunun büyük metropollere göç edip radikal örgütlerle ilişki kurmasına yol açmıştır -ki bu durum radikal gruplar için, son derece uygun bir sosyolojik ortam teşkil eder. El Kaide ve sair radikal İslamcı terör örgütlerinin doğuşuna yol açan faktörler işte bu ve benzeri duygulardır.
Sorgulamayı ve eleştirel düşünceyi öğretemeyen bir kültürde yetişmiş kişilerden oluşan bu gibi örgütler, zengin Batılı ülkeleri güçlü yapan açıklığı (=düşünce-araştırma özgürlüğü vs) gördükleri zaman, bunu yozlaşma ve çürüme olarak tanımlarlar. Oysa ki açıklık (kadınların güçlenmesi ve düşünce-araştırma özgürlüğü) Batıdaki ekonomik gücün sebebidir ve bunun farkına vardığı zaman, radikal Müslüman dünya da değişmek zorunda kalacaktır.
Ancak radikaller değişim istemiyorlar!
Hatta ‘açıklık’ı kendilerine karşı tehdit olarak algılayıp, onu püskürtmek için kasden güvene (yani toplumları açık, yenilikçi ve ‘düz’ tutan herşeye) saldırmayı tercih ediyorlar; çünkü biliyorlar ki, güven olmadan, açık toplum olmaz ve açık toplumda her boşluğa bir polis konulmaz. O yüzden, El Kaide gibi örgütlerin amacı:
Açık toplumu mümkün olduğu kadar çok terörizme maruz bırakıp güveni sarsmak ve duvarların örülüp hendekler kazılmasına yol açmaktır!
“11 Eylül hava korsanları, 1970’lerin başlarında Berkeley’de öğrenci olsalardı, radikal Troçkist olurlardı. 11 Eylül teröristlerini anlamak için kökünden yoksun bırakılmış, orta sınıfa ait ve kısmen sürgünde biçimlenmiş klasik devrimci profilini aklımızda tutmalıyız, mesela Lenin’in Zürich’teki, Pol Pot ve Ho Chi Minh’in de Paris’teki görüntüleri.. Radikal İslamcı teröristlere göre, İslamcılık yeni bir evrensel devrimci inançtır ve ‘Bin Ladin Che Guevara’dır!” (Friedman).
11 Eylül terörüne bulaşanlar, Avrupa toplumunda yaşamakla birlikte o topluma yabancılaşan ve insani sıcaklık/dayanışma bulmak amacıyla yerel cemaatlere yönelen, sonrasında da Afganistan gibi ülkelere gidip radikal gruplarla tanışan kişilerdir. Bunların dini keşfetmesi, yalnızca kişisel bir anlam arayışı değildir; bu kişiler, köktendinciliğin çok ötesine geçerek, İslamı politik bir ideolojiye, dini de totaliterizme dönüştürürler.

Gençler eskiden, bir şeylerden kaçmak için LSD kullanırken şimdi internet kullanıyorlar. Artık damardan uyuşturucu almıyorsunuz, internete sığınıyorsunuz ve tüm önyargılarınıza hitap eden keskin fikirleri internetten indiriyorsunuz. Yani küreselleşme, birçok olumlu mal ve düşüncenin yaygınlaşmasını kolaylaştırmasının yanısıra,olumsuzların da yaygınlaştırılmasını kolaylaştırmaktadır.100 yıl önceleri, anarşistlerin sempatizan bulma, diğer anarşistlerle iletişim kurma, işbirliği yapma ve herhangi bir eylem için bir araya toplanma yetenekleri sınırlıydı. Bugün ise internet sebebiyle, bu artık sorun değildir. ‘Unabomber’ (bkz: https://www.themagger.com/ted-kaczynski-unabomber) bile, internet sayesinde kendisininki gibi çarpık bir dünya görüşüne sahip kişiler arasında, “gücünü” büyütecek bir konsorsiyum kurabilir; çünkü internet, her şeyi inanılır kılarak, propaganda, komplo teorileri ve yalanları yaymak için olağanüstü faydalıdır.
Yani küresel dünya, teknoloji şirketlerinin olduğu kadar küreselleşen terör örgütlerinin de dostudur. Ancak bu örgütlerce amaçlanan ürün değil, şiddet üretmektir.
O nedenle, El Kaide ve onun gibi radikal dinci örgütlerin duygusal, politik ve teknik yükselişini de, ‘düzleşen’ (küreselleşen) dünyaya atıfta bulunmadan açıklayamayız.

Küreselleşmenin temel endişesi, göremediğiniz, dokunamadığınız ve hissedemediğiniz düşmanlardan (rakiplerden) gelebilecek hızlı değişim karşısındaki korku; yani işiniz ve hayatınızın adı sanı konmamış ekonomik ve teknolojik kuvvetlerce her an değiştirilebileceği korkusudur.
Çok akışkan olan küresel piyasalarda, dünyanın bir uçundan diğer ucuna bir ‘tık’la, sadece bilgi değil, milyarlarca da para aktarılmakta olup; bu piyasa, en güçlü hükümetlerin bile düşmesine yol açabilmektedir. O nedenle, bazı ülkeler kendilerini küresel sistemin parçası olarak görmeseler bile, önünde sonunda küreselleşmekte ve küresel sistem tarafından biçimlendirilmektedirler.

AVUKAT-SOSYOLOG
MUKADDES GÜNSU AKÇAGÖZ

Alıntılar Thomas L. Friedman (Lexus ve Zeytin Ağacı, Küreselleşmenin Geleceği; Dünya Düzdür, 21. Yüzyılın Kısa Tarihi) :
Kendisini ‘şahin küreselci’ olarak tanımlayan Friedman’ın görüşleri dünyada büyük ilgi görmüş; bu makalede ele alınan 2 kitap birçok ülkede best-seller olmuş ve akademisyenlerce olumlu-olumsuz 10 binlerce atıf yapılmıştır. Friedman iktisat bilimine yeterince hâkim olmamakla eleştirilip, dünyanın dediği kadar düz olmadığı eleştirilerine de maruz kalmıştır.
Elbette Friedman’a başta ‘abartılı teknolojik determinizm’ olmak üzere çok sayıda başka eleştiri yöneltilebilir. Küresel sermayenin ideoloğu olmakla suçlanabilir. Ancak bütün bu eleştiriler onun çarpıcı/metaforik bir dille ortaya koyduğu küreselleşme analizlerinin önemini tümüyle ortadan kaldırmaz.