TOPLUMSAL CİNSİYET NEDİR? (1)
TOPLUMSAL CİNSİYET NEDİR?
I.
Toplumsal cinsiyet, biyolojik kadın ve erkeği, toplumsal bir kadın ve erkeğe dönüştüren bir kavramdır. Aslında, bu kavram, kadınların biyolojik ve anatomik olarak erkeklerden farklı ve ‘eksik’ bedenleriyle erkek hegomonyası ile mücadele ettiklerini ve ayrımcı, eşit olmayan, baskıya dayalı bir toplumsal düzene karşı koyduklarını işaret eder.
Çoğu toplumda kız ve erkek çocuklar yetiştirilirken, kız ve oğlanlar birbirinden farklı giydirilir; kızlara pembe, oğlanlara mavi giysiler uygun görülür. Kızların saçlarına özen gösterilir, saçlar uzatılır, tokalarla süslenir. Kız ve oğlanlara alınan oyuncaklar bile farklıdır; kızlara bebek, oğlanlara araba ya da silah alınır. Her iki cinse hitaplar bile farklıdır. Kızlara güzelliğinin ve usluluğunun önemini vurgulayan ‘Cici ve güzel kız’ gibi hitaplar; oğlanlara ise gücü temsil eden ‘Aslan oğlum’ gibi hitap şekilleri kullanılır. Kız ve oğlanların farklı yerlerde yer alması beklenir; kızların mutfakta annelerine eşlik etmeleri, oğlanların ise babalarının yanında bulunmaları uygun görülür.
Erkek egemen yapı, özel yaşamdan kamusal yaşama kadar tüm kurumlarda ve söylemlerde kadınlar üzerinde etki yapar. Baskı ve denetimin en somut uygulandığı yer kadın bedenidir; kadın bedeni din, ahlak kuralları ve yasalar üzerinden denetlenir ve nesneleştirilir. Batı’da Ortaçağ’da yaşanan cadı avları tesadüfi değildir; bu avlar, kadın cinselliğini ve doğurganlığını denetleyerek, bir nevi nüfus politikası uygulamıştır. Cadı avlarında güçlü ve bilgili kadın damgalanarak; kadının güçsüz, pasif ve kontrol edilmesi gereken bir varlık olması istenir. Ve beden üzerinden normal/anormal, ahlaklı/ahlaksız, namuslu/namussuz, kirli/temiz, engelli/sağlam gibi ikilikler yaratılır.
Modernizm de, hem nüfus politikaları hem de ahlaki denetim açısından cinselliği denetim altına alır: 19.yüzyılın seküler tıbbı mastürbasyonu, ters ilişkiyi, eşcinselliği yasaklar. Normlar düzenli, sağlıklı ve güzel olmayı direktif eder. İlişkiler heteroseksüel olmalı ve bu ilişkiler yasal çerçevede yani evlilik kurumu içinde yaşanmalıdır. Kadınların ev içinde (özel ve kapalı alanda), erkeklerinse kamusal yaşamda var olmaları uygun görülür. Bekâret “namus” ve “iffet” in simgesidir.
Şu an yaşadığımız postmodern dönemde de, dayatılan politikalar çok farklılaşmamıştır. Örneğin, üreme merkezli cinsellik, aile içinde örgütlenmelidir. Cinsellik ve cinsel sağlık, günümüzde hala üzerinde en az konuşulan konulardan birisidir. Kadınlar, çocukluktan yetişkin olana dek cinsellik konusundan habersiz büyütülmeye çalışılır; kendi bedenlerini, cinselliklerini tanımalarına izin verilmez. Cinsellik (seks), üzerinde konuşulması ve doğru bilgilere ulaşılması anlamında yasaklı konulardan biridir; daha çok üreme sağlığı üzerinden söz konusu edilir.
Çok sayıda genç kadın, hatta küçük kız, gösteri dünyasında sunulan ince hatlı modellere benzemek için -bu durum, sağlıkları için risk oluşturabilecek erken osteoporoz, kısırlık gibi sorunlara yol açsa da- beslenmeden yoksun kalır. Kadın bedeninin bu şekilde nesneleştirilmesi hiç de yeni değildir:
500 yıldır süren bir gelenek olan yüksek sınıftan Çinli kadınların ayaklarının –küçük kalması için- sarılarak çok küçük ayakkabılara sokulması (lotus ayak); Afrikalı kadınların tahta tepsiler tarafından biçimsizleştirilen dudakları; Güney Asyalı Karen’lerin boyunlarının kolyeyle uzatılması; Djerba adasındaki genç kadınların evlenmeden önce şişmanlatılması bu tür uygulamalara birkaç örnektir. Önceleri kadını ince belli görünmesi için korselerle, çekici görünmesi için de yüksek topuklu dar ayakkabılarla ‘şekle sokan’ Avrupalılar da, bu uygulamalardan geri kalmamıştır. Antropologlar bu sıkıntılara maruz bırakılanların çoğunlukla kadınlar olduğu ve biçim değiştirme uygulamalarının erkeklerde çok nadir görüldüğü konusunda görüş birliği içindedir.
Tüm bu uygulama ve taktiklerden anlaşılmaktadır ki: Toplumlarda binlerce yıldır kadın ve erkeklere atfedilen farklı özellik ve rollerin, biyolojik, yani doğal ve değiştirilemez olduğu düşünülmektedir. Kadınların toplumdaki statülerinin erkeklere göre ikincil konumda olmasının sorumlusu bedenleridir. Kadın bedeninin disiplin altına alınması, erkek egemen sistem yapısının (patriyarka) en işlevsel araçlarından biridir. Tek tanrılı dinler de bunu destekler; tüm dinlerin ortak özelliği, kadın bedeni üzerindeki denetimleridir:
Tek tanrılı dinin doğuşu, belli bir tarihsel ve toplumsal momentle ilişkilidir ve bu ilişki, tek tanrılı dinin her 3 versiyonuna da damgasını vurarak hepsinde ortak özellik göstermesine neden olmuştur. Ataerkil sistemin doğuşu ve kurumsallaşması ile, kadın ve erkeği hiyerarşik olarak ikiye bölen katı cinsiyet rollerinin vaz edilerek, erkeğin üstünlüğüne dayanan ataerkil aile ilişkisi kutsanmış ve bu bağlamda kadın bedeni üzerindeki denetim meşrulaştırılmıştır. Berktay’a göre 3 tek tanrılı dinin de ön kabulleri/varsayımları şöyledir:
“Kadınlar ve erkekler, yalnızca biyolojik olarak değil, ihtiyaçları, yetenekleri ve işlevleri bakımından da farklıdır. Ayrıca, kadınlar ile erkekler arasında, nasıl yaratıldıkları ve Tanrı’nın onlara ‘bahşettiği’ toplumsal işlevler açısından da fark vardır. Erkekler ’doğal olarak’ daha güçlü ve akılcıdır; dolayısıyla egemen olmak ve hükmetmek için yaratılmışlardır. Buradan, erkeklerin, siyasal olanı yani devleti temsil etmeye daha elverişli oldukları sonucuna varılır. Kadınlar ise, ’doğal olarak’ daha zayıf, akıl ve rasyonel yetenekler açısından daha aşağı, duygusal bakımdan dengesizdirler; ki bu özellik onları güvenilmez ve siyasi katılım açısından elverişsiz kılar. Dolayısıyla, kadınların siyasal/kamusal alanın dışında kalmaları gerekir. Erkekler, rasyonel zihinsel yetenekleriyle dünyayı yorumlarlar ve düzene sokarlar. Kadınlar ise, çocuk doğurma ve yetiştirme yetenekleri dolayısıyla günlük yaşamın ve insan türünün yeniden üretilmesi işlevini üstlenirler. Her iki tür işlev de önemli kabul edilmekle birlikte, erkeklerin işlevinin daha üstün olduğu varsayılır. Başka bir deyişle, erkekler “aşkın“ (transcendent) etkinliklerle, kadınlar da –alt sınıfların her iki cinsten mensupları gibi- “içkin“ (immanent) etkinliklerle uğraşırlar. Aynı şeyi farklı biçimde ifade edecek olursak, erkekler ölümsüz kültürel ürünler yaratırken, kadınlar ölümlü bedenler yaratmakla daha “aşağı“ bir iş yapmış olurlar! Erkeklerin, kadınların cinselliğini ve üreme yetilerini denetleme hakları vardır; kadınların ise böyle bir hakkı söz konusu değildir. Erkekler, insan ile Tanrı arasındaki dolayımı kuran öznelerdir; kadınlar ise, Tanrı’ya erkekler dolayımıyla ulaşırlar.“
Dinlerdeki bu varsayımlar, Tanrısal bir nitelik kazanarak değişmez kabul edilir. Ardından yasalara da dâhil edilir. Kilisenin hâkimiyetinin yerine zamanla hukuk geçer. Patriyarkanın beden politikaları, kadın bedenini denetim altına almakla uğraşır. Batıda cadı avları sonrasında modern tıp paradigması da bu denetleme pratiklerinin farklı yansımalarıdır.
II.
18.yüzyılın sonlarından itibaren yeşermeye başlayan feminizmin birinci dalgası kadınların oy hakkı mücadelesidir. Mary Wollstonecraft’ın ‘Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi’ isimli kitabı (1791) ilk feminist metin kabul edilir. Fransız Simone de Beauvoir’ın ‘İkinci Cinsiyet’ (1949) kitabı ise, o tarihte kadınların yolunu açar.
İkinci Cinsiyet’in binlerce kadına nasıl cankurtaran simitliği yapmış olduğunu anlamak için, yayımlandığı zamanın genel koşullarını gözden geçirsek iyi olur:
Bu dönem, 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasıdır. Kadınlar işlerini askerden terhis olan erkeklere bırakmış; evde anne-ev kadını rolünü yürütmektedirler. Üstelik kendilerini ilgilendiren sorunları tartışabilecekleri ne fırsatları ne de gerekli kollektif yapıları vardır. Bu durumdaki çoğu kadın İkinci Cinsiyet’i okur ve bu onlara “bir kapı açar”. İkinci Cinsiyet, kadınların ezilme nedenlerini sorgulayan, kadını “öteki” olarak gören erkek zihniyetinin tarihsel, sosyolojik, ekonomik, ruhbilimsel, mitolojik kökenlerini inceleyen ve “dişilik” kavramını alt üst eden öncü bir kitaptır.
Kadın olmanın daha çok toplumsal öğretilerle belirlendiğini, “kadın doğulmaz kadın olunur” cümlesiyle ifade eden Simone de Beauvoir, cinsiyetler arasındaki ilişkinin eşitsizliğini tüm yönleriyle vurgular ve bunun “doğal” olmadığını gösterir. Ona göre, tahakküm ilişkisi her toplumun ve her dönemin tarihinde vardır ve kültürel olarak kurulmuştur.
1970’lerin feminizmi ise, birinci dalga feminist hareket gibi sadece eşitlik talebine değil, patriyarkal bir sistemde kadın-erkek eşitliğinin olanaksızlığına dayanır. 70’li yıllar feminizminin ayırt edici özelliği, “Biyoloji kaderdir” anlayışına meydan okuyan ve erkeklere kadınlar adına konuşma hakkını tanımayan kadınların ortaya çıkması ve “özel olan politiktir” önermesidir.
Yine 1970’de Shulamith Firestone’un yazdığı ‘Cinselliğin Diyalektiği’nde ise kadını ikincil kılan meselenin, onun biyolojik özellikleri, yani doğurması olduğu vurgulanır. Ona göre kadının ezilmesinin başlıca nedeni, çocuk doğurması ve yetiştirmesidir.
III.
Radikal feministler 1970’lerin başından itibaren, kadınlar tarafından yerine getirilen ‘ev işi’nin evlilik kurumu tarafından, kadının emeğinin sömürülmesi ya da emeğine el koyulması anlamına geldiğini dile getirirler. Kadınlar evin dışında ücretli bir işte çalışsalar bile ev bakımı ve çocuk yetiştirme gibi boyutları olan ‘ev işi’, kadınların görev tanımlarına dâhil edilmiş olduğundan, ev emeği aile içinde görünmez kılınır; emek ve üretim olarak adlandırılmaz.
Bu görevi’ni’ yerine getirmeyen, ‘Hayır!’ diyebilen kadınlar ise bunun bedelini bazen öldürülerek bazen de fiziksel, cinsel, psikolojik, ekonomik şiddetle karşılaşarak öderler. Yani ‘ev’, kadınlar için üretim ve üretim için şiddet mekânı haline gelebilir. Ev içi emek kadını köleleştirir. Beauvoir’a göre “Pek az iş Sisyphus’un işkencesine devamlı tekrarlanan ev işleri kadar benzer. Temiz olan kirlenir, kirlenen temizlenir, tekrar ve tekrar, gün be gün. Ev kadını, zamanın dışındadır: O hiçbir şey yapmaz; sadece şimdiyi sürükler”.
Üç çocuklu Türkiyeli Kezban’ın söyledikleri de 70 yıl sonra hala Fransız Beauvoir’ı doğrular:
“Sabah 07.30da kalkarım, 08.00de kahvaltıyı hazırlamış olurum. Çocuklarımı uyandırırım, kocam da kalkar o aralar. Kahvaltıdan sonra kocam işe, çocuklar okula giderler. Ben ortalığı toparlar, sonra da yemek yapmaya girişirim. Malzeme yoksa alışverişe çıkar, gelince akşam yemeğini hazırlarım. Akşama doğru yavaş yavaş hepsi eve gelirler. Ben de onlara yemeklerini servis ederim. Babaları erken gelmezse çocuklara bir sofra açarım; sonra da ben babaları ile yerim. Ben mutfağa girdiğimde çocuklar derslerine veya babalarıyla birlikte televizyona bakarlar. Sofranın toparlanması ve bulaşığın bitmesi 20.00’yi bulur. Çocukların dersi o zamana bitmiş olur; o zaman da herkes dinlenirken ben ya ütü yaparım ya da makinaya çamaşır atar onları asarım. Sonra da televizyonun önünde oturur ve çoğu zaman yorgunluktan uyuya kalırım… Her gün aynı işler işte!”
IV.
Aydınlanma dönemi ile birlikte Jean-Jacques Rousseau, çocuğun yetiştirilmesi ve eğitimi konusunda o güne kadar hiç ele alınmamış teoriler ileri sürer; Emile (1762) adlı romanında anneliği göklere çıkarır ve yeni bir ideolojik dönemi başlatır. Rousseau, roman kahramanı Emile’in ağzından, kadının toplumdaki ve aile içerisindeki rolünü çizer.
Rousseau’ya göre doğa yasalarının temelinde, çocuk yetiştirmenin ilk aşaması olan bebekleri emzirmek, bakımlarını ve de eğitimlerini üstlenmek gibi babadan çok anneye düşen görevler vardır.
“Bütün erkekler annelerine itaat ederler. Anneleri öldükten sonra da bu durum devam eder” diyen 19. yüzyıl tarihçisi Michelet de Rousseau’nun ardından anneliği yüceltir.
Anne sevgisine övgüler yağdırma, bütün o yüzyıl boyunca devam eder ve dönemin erkekleri bu sevginin ‘mucizevi’ gücünü politik ideallerine hizmet etsin diye kullanırlar. Böylece ‘anne sevgisi’ özel alanı aşar ve kamusal alana katılmış olur.
Fransız devrimi ile birlikte, kadınlara, onların “gelecek neslin anneleri” olduğu tekrar edilir. Bundan böyle kadınlar ‘geleceğin vatandaşları’nı yetiştirmekle yükümlüdürler. Eğer erkekler, kadınların politik ve sivil haklardan yararlanmasını istemiyorlarsa, tabii ki bunun haklı nedenleri vardır. Çünkü kadınların yaşamlarını adayacakları çok daha önemli bir görevi vardır: O da çocuk eğitimidir.
“Kadınlar erkekler üzerinde değil; kendileri üzerinde güç sahibi olsun” diyen Mary Wollstonecraft bile, ‘Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi’ isimli kitabında kadın özgürlüğünü “annelik” üzerinden tasarlar. Erdemli olmak için eğitilmek gerektiğini söyleyen, akılla denetlenmeyen her işin monoton ve sıkıcı olduğunu dile getiren Wollstonecraft, kitabında iyi bir annenin akıllı ve bağımsız olmasının altını çizer. Kısacası ‘anne vatandaş’ olmak vatandaş olmamayı telafi eder. Yani 19. yüzyılın kadın hakları savunucuları dahi anneliğin haklarını yüceltir.
Böylece kadınlar, çocuğun yetiştirilmesi misyonuyla baş başa bırakılır. İleri bir toplum düzeninin kurulabilmesinin iyi yetişmiş nesillerle olabileceği düşüncesinden hareketle erkekler tarafından yüceltilen ve kadınlar tarafından hiç sorgulanmadan coşkuyla kabul edilen annelik olgusu, kadınlar için bir çeşit ‘ek kimlik’ haline gelir.
“İlk eğitim ailede başlar” anlayışı ile de çocuk eğitimi ön plana çıkınca, anneler çocukların eğitim sürecine dâhil olur. Yani çocuk eğitimi ile anneliğin icadı arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır:
Gelecek nesli yetiştirmekle ilgili kaygıların hep annelikle ilgili tartışılması, anne sütünün önem kazanması da 19. yüzyıla kadar dayanır. “İyi annenin emziren anne olması” ve “doğumdan hemen sonra emzirmenin çocukla aradaki bağa olumlu etkisi” meseleleri halen dahi kadınlığı “iyi annelik” üzerinden tanımlayan durumlardır. Bu konuda Elizabeth Badinter’in “Kadınlık mı? Annelik mi?” kitabı çok önemli bilgiler barındırmaktadır. Kitapta yer alan Amerikalı annelerin kurduğu La Leche League (L.L.L) derneğinin tarihi oldukça düşündürücüdür:
“Hareketin kurucusu olan yedi kadın da Katoliktir ve gelenekselci duruşuyla tanınan Hıristiyan Aile Hareketi’nde yer alırlar. Kadınlar, felsefeden ve felsefenin metotlarından esinlenir. L.L.L argümanını dört ana tema etrafında toplar:
Doğanın ahlak otoritesi, emzirmenin avantajları, kadının statüsü ve toplumdaki ahlaki reform. L.L.L’ye göre iyi anne emziren annedir. L.L.L yanlıları biberona ve korkunç süt tozlarına, kreşe ve bunun sonucunda annelerin çalışmasına karşı savaş verirler. Biberonla beslemeyi tercih eden ve bebeklerine karşı aynı fiziksel bağlılığı duyamayan anneler kınanır.
L.L.L.’nin doktor kurucularından biri ‘Çocuğunu biberonla besleyen kadın özürlüdür. Belki bir gün iyi bir anne olacaktır, ama eğer emzirseydi daha da iyi bir anne olabilecekti’ diyebilmiştir. L.L.L ülke sınırlarını aşar. 1960’da Quebec’te, 1979’da Fransa’da, 1981’de İsviçre’de şubeler açar. Bugün yaklaşık yetmiş ülkede faaliyet yürütüyor.
“Kadınlık mı? Annelik mi?” kitabı, can alıcı bir soru sormaktadır:
1970’lerde patriyarkayı sorunsallaştıran ve erkeklerin karşısında oldukça yol kat eden, “bedenimiz bizimdir” diyen kadınların yeni efendileri bebekler midir?
Badinter, natüralist söylemin ve ekolojik annelik yaklaşımının kadınlara annelik kimliği bağlamında oldukça zarar verdiğini düşünmekte ve kadınların, geldikleri noktada annelik mi kadınlık mı çelişkisi içinde yalnız bırakıldığını ileri sürmektedir.
Annelik, kadınlar açısından ‘sosyal tanınma’ anlamına geldiğinden, kariyerinden bir şey beklemeyen/umudu olmayan kadınlar genel olarak daha çok anne olmayı tercih etmekte; iş ya da meslek anlamında tatmin sağlayan kadınlar ise çocuk yapmak istemediklerini söylemektedir.
Keza, çocuğu bir kuruma ya da yabancıya emanet etmek hâlâ kınanacak bir davranış, annelikten kaçış olarak görülmektedir. Bu arada, evlilik dışı çocuk doğurmaya da hala kötü gözle bakılır.
Çocuk doğurmak ise “mükemmel anneliğe” kendini hazırlamadıkça, korkulacak bir durumdur. Sonuç olarak; annelerde baki olan suçluluk duygusudur… 13.12.2019
Avukat Sosyolog Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ