TOPLUMSAL CİNSİYET VE SOSYAL POLİTİKA (4)
TOPLUMSAL CİNSİYET VE SOSYAL POLİTİKA (4)
Sosyal Politika Nedir ve Nasıl Oluştu?
Toplumun refahı (yani sağlığı, barınması, eğitimi, işi, geliri ve sosyal güvenliği gibi temel ihtiyaçları) için yapılan çalışmadır.
Bu işler eskiden sadece devletin sorumluluğunda iken; Dünyayı ele geçiren neo-liberal kapitalizm politikaları sonrasında devlet, sosyal refahı sağlama görevini, ailelere, STK’lara ve piyasalara paylaştırmaya başlamıştır.
Kadınların erkeklere kıyasla, eğitim, iş vs olanaklardan eksik yararlanmaları; dolayısıyla yoksulluktan daha çok etkilenip kadın için biçilen ataerkil rollerden dolayı da, çocuk-yaşlı-hasta ve engelli bakımının evde onlar tarafından yapılması gerektiği yolundaki toplumsal cinsiyet beklentisi; zaten var olan kadın-erkek eşitsizliğini tetikleyerek, kadınları sosyal politikanın konusu olan risklerle (sağlık-konut-eğitim-iş-vs) karşı karşıya bırakmıştır.
Bir yaşamın kalitesi, o insanın kaynakları ile doğrudan ilişkilidir. Ama kaynaklarımızı sadece kendi gücümüzle elde edemeyiz; çünkü, kaynakların dağılımını belirleyen adı “azınlıktaki muktedir” olan iktidardır. Toplumun ‘iktidar’sız üyeleri olan ‘alt’ sınıfın asgari yaşam koşullarında yaşamaları, toplumsal barış açısından ‘olmazsa olmaz’ iken; Sanayi Devrimi sonrasında egemen olan kapitalist rejim, eskiden kendine yeten (yani refah problemini kendi çözen) tarım toplumunu yıkarak; köylü emekçileri piyasada, emeğinden başka bir hiçbir varlığı olmayan proleterlere dönüştürmüş; ve üretim araçlarının mülkiyetini, burjuva sınıfının eline vermiştir.
İngiltere’den 16. yüzyılda başladıktan sonra 18. yüzyılda Batı Avrupa’ya yayılan Sanayi Devriminin sonunda gelişen modern devlet ise, toplumsal yaşamı en küçük ayrıntısına dek düzenlemek/denetlemek isteyen ve öncesinde hiç karşılaşılmamış merkezi bir bürokrasi oluşturarak, yoksul insanların çalışmak için fabrika çevrelerinde yığılmasına ve ‘kent’ denen bu yığılmada geçim, gıda, istihdam, sağlık, kamu düzeni ve daha çok da mülk sahibi sınıfların güvenlik meselelerine yol açmıştır.
Devlet, 19. Yüzyılın başına değin –dinin etkisiyle- yoksulların desteklenmesini sadece zengin bireylerin vicdanına bırakmakta; çalışmayan kişiler erdemsizlikle yaftalanıp, onlara yardım edip etmemek devletin değil, özgür iradesiyle bu lütufta bulunmayı seçen hali-vakti yerinde kişilerin meselesi sayılmakta idi.
Yani, egemen olan ve her koyunun kendi bacağından asıldığı serbest piyasa koşulunda sosyal politika, ancak hayırseverler eliyle yürütülebilecek bir konu idi.
18.yüzyılın sonlarına doğru, üretim üzerindeki gücünün farkına varan proletaryanın verdiği toplumsal mücadele sayesinde, ‘sosyal haklar’ konuşulmaya başlandı. Almanya’da 1880’lerde güçlenen sosyalist hareketleri bastırmak isteyen Bismarck yönetimi –sırf muhaliflere koz amacıyla- Dünyanın ilk genel sosyal güvenlik sistemini oluşturdu ve böylece diğer Batı Avrupa ülkeleri Almanya’yı izleyerek benzeri sistemler inşa ettiler.
Ve işçi sınıfının 20. yüzyılın ilk yarısında sosyal politika problemini gündemde tutarak iktidarı zorlaması ve II. Dünya Savaşı ertesinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Dünyadaki devrimci hareketleri destekleyen küresel bir güç haline gelmesi; kapitalist Batı’nın sosyal politikayı, ‘duruma göre önlem alınan’ bir durum değil de bir ilke olarak benimsemesini zorunlu kılmıştır.
Neo-liberal Sosyal Politika Anlayışının Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliğine Etkisi
Vatandaşın sosyal hakkı olarak sunulan sağlık, çalışma, eğitim, barınma, sosyal güvenlik ve ücretlerle ilgili devlet hizmetleri ve refah devleti uygulamaları; 1980’lerden sonra, yerini ulus-ötesi şirketlerin güdümündeki kapitalist büyüme fetişizmine bırakarak; devletin üretimden çekilmesini teşvik eden özelleştirme-küçülme uygulamaları neticesinde -küreselleşme/sanayisizleşme/esnek üretim ve yarı-zamanlı çalışmaya dayanan neo-liberal ekonomik ortamda- farklı şekle dönüşmeye başladı.
Böylece neo-liberalizm, sosyal yıkım ve karmaşa yarattı. Ve sosyo-ekonomik sistemin muktedirleri, neo-liberal piyasa koşulları nedeniyle artan yoksulluk ve bu yoksulluk nedeniyle artan direnişleri ört-bas amaçlı, yeni bir sosyal politika paradigması (“refah yönetişimi modeli”) oluşturmak zorunda kaldılar. Ama tabii bu sosyal politika önlemleri, sistemin kendi menfaati için devreye sokulmuş idi.
İşte adına “sosyal sorumluluk projeleri” denen ama aslında, özel sektöre düşen ekonomik yükü minimize etmeyi amaçlayan, devlet/piyasa/STK ortaklığıyla oluşan ve ekonomik kaynaklar üzerindeki denetim ve yetkinin geniş ölçüde özel girişimciliğe devredildiği için, devletin –kime ve nasıl yönlendirileceği keyfileşmiş sosyal hizmetlerin- sadece koordinatörü olduğu bir sosyal hizmet sunum anlayışı geliştirilmiş.
Sonuç olarak, tarihsel mücadelelerle kazanılarak Anayasa ile güvence altına alınmış ve eskiden Devletin sorumluluğundaki sosyal haklar, bir nevi ortadan kaldırılmış oldu. Yani artık devlet kamusal yarar ve refah sunan bir kurum olmaktan çıktığı için, vatandaşın devletten beklentisi azalmış; ihtiyaç sahipleri ile destek verenler arasında bir ‘minnet duygusu’ yaratan 19. yüzyıldaki “hayırseverlik” modeli yeniden hakim duruma gelmiş; toplumun ihtiyaçlarının karşılanması, problemlerin çözümü ve risklerin ortadan kaldırılması konusunda STK-piyasa-aileye atfedilen yeni roller (özellikle ailedeki kadınlardan beklentiler) toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üretmiştir.
Sermayenin küreselleşmesi ile sadece sınıflar değil, kimlikler arasında da oluşan sosyo-ekonomik farklılıklar, çağımıza özgü “yeni yoksulluk” denen bir yoksulluk türünü ortaya çıkarmıştır. Sosyal olarak dışlanan veya kenarda kalan bu “yeni yoksullar”ın çoğunluğu da kadınlardır.
Yoksulluğun Kadınlaşması Ne Demek?
“Yoksulluğun kadınlaşması” kavramı ilk kez 1978’de Amerika’da, Diane Pearce tarafından -o tarihte yoksul nüfusun 2/3’sini kadınların oluşması ve işyerinde kadın emeğine daha az rastlanması nedeniyle- kullanılmıştır.
Devletin sosyal politika üretmedeki rolünün küçülmesi; esnek üretim ve yarı zamanlı çalışmayı hedefleyen ekonomik yapı ve kadınların eğitim, sağlık ve istihdam politikalarından adil ve eşit bir şekilde yararlanamamaları “yoksulluğun kadınlaşması”nın en önemli sebepleridir.
Aile ve Devletin patriarkal yapısı nedeniyle, kadınların kaynaklara ve hizmetlere erişiminin binlerce yıldır engellenmesi; üstelik ev içi emeklerinin de değersiz görülmesi, hatta hiç görülmemesi onların, yoksulluğu erkeklerden daha şiddetli yaşamalarına yol açmış; dezavantajlı gruplar denen çocuk-yaşlı-hasta-özürlü için kamudaki bakım hizmetinin yetersizliği ve cinsiyete dayalı iş bölümü nedeniyle, ailedeki ev ve bakım hizmetlerinin ‘kadın işi’ olarak görülmesi, hatta bunun kadınların kendileri tarafından da içselleştirilmesi, kadınları iş yaşamından uzaklaştırarak erkeğe ve sosyal yardıma muhtaç hale getirmiştir.
Sabır, itaatkarlık ve uysallık bir kadın özelliği olarak görüldüğü için; hem dışarda çalışıp hem de aileye bakım hizmetini sürdüren kadınların emeği, sermaye tarafından da aranır hale gelmiş; kapitalizmin az gelişmiş ülkelere kaymasıyla “esnek, yarı-zamanlı veya evde parça-başı çalışma” denen ve işçilerin kayıt-dışı/kontratsız/güvencesiz çalıştırıldığı enformel üretim artarak, kırdan kente göç etmiş vasıfsız kadınlar, sermayenin önemli emek gücünü oluşturmuşlardır.
Araştırmalar, 2000’li yıllarda enformel istihdamın yükselip, bunun yoksulluğun kadınlaşmasında en önemli etken olduğunu göstermektedir. Formel işlere kadın erişiminin -ihracata dayalı büyüme vs nedeniyle- engellenmesi, kadınların enformel, yani sosyal güvencesiz ve olumsuz nitelikler taşıyan işlerde aranması ile sonuçlanmıştır.
Kadınların bu işlere yönelmesinin diğer nedeni de toplumsal cinsiyet rolleridir. Çünkü işsizlik ve yoksulluk dönemlerinde kadınlar, evdeki görünmez emeklerine ek olarak esnek işler arar ve düşük ücretli, sendikasız, uzun mesai saatleriyle çalışan kadın, verimliliği düştüğü zaman derhal yenisiyle değiştirilir. Toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle kadının eğitim, sosyal güvence vs devlet hizmetlerine ulaşamaması ve neo-liberal politikalar yüzünden, erkek emeğinin piyasaya hakimiyeti, sermayeyi giderek ucuz ve vasıfsız kadın işgücüne yöneltmiştir.
Yoksullar İlk, Kızlarını Okula Göndermekten Vazgeçerler
Kadınların ‘görünmeyen emeği’ne dayalı yoksullaşmayı Devlet de toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarsız politikasıyla desteklemektedir. Kamusal kaynaklara erişim konusunda da erkek ve kadınların şartları eşit değildir. Kadınların karar verici mekanizmalardan dolaylı olarak dışlanmasıyla, bu koşulların kadın lehine değişmesi oldukça zordur.
Kadının erkekle eşit erişemediği diğer önemli hizmetse eğitimdir; yoksul ailelerde ilk vazgeçilen şey, kızları okutmak olduğu için, yoksullaşma ile okullaşma arasında paralellik bulunmaktadır. Dünyada, okula devam edemeyen 15 milyon çocuğun 9 milyonu kız çocuklardır.
Yani, Devletin, çocuk, yaşlı ve ev bakımı gibi özel alana yeterli kaynak ayırmaması, ayırsa bile ücretsiz ve niteliksiz hizmet sunması; sağlık hizmetinin metalaşması ve hasta bakım süresinin düşürülmesi nedenleriyle –İŞİN İÇİNE BİR DE YOKSULLUK GİRİNCE- okuldan/eğitimden uzaklaştırılan kadınlar, ücretsiz ev işi ve çocuk/yaşlı/hasta bakımına (görünmeyen emek) zorlanır. Bu yetmezmiş gibi, bir yandan da aile bütçesine katkı sağlama amacıyla ucuz ve güvencesiz işlerde çalıştırılır.
İşte bu şekilde ataerkil normların sermaye ile dayanışma yapması, yani patriarkanın kapitalizmle üstü-örtülü işbirliği sayesinde, KADIN HEM EKONOMİK HEM DE TOPLUMSAL OLARAK SÖMÜRÜLMÜŞ olur: “Özel patriarkanın güçlü olduğu ülkelerde, hane içinde toplumsal cinsiyete dayalı işbölümünün devamından, baba veya koca olarak yarar sağlayan erkek, kadınların hane dışında çalışıp çalışmayacağına ilişkin kararları verir. Bu sistemde kadınlar, kamusal alandan dışlanmış olup, kadınların istihdama katılımları ya çok sınırlı ya da erkeklerin otoritesini sarsmayacak biçimdedir. Kamusal patriarkada ise kadınlar, kamusal alandan dışlanmış değillerdir; ancak, erkeğe tabi konumda kalmaya devam ederler. Devlet, kamusal partiarkanın başlıca temsilcisi olarak, kadınların işgücü piyasasındaki ikincil konumunu pekiştiren düzenleme ve uygulamalarıyla, kadınların sadece işverenler karşısında değil, aynı zamanda erkekler karşısındaki pazarlık gücünü azaltarak özel patriarkanın gücünü korumasını destekler” (Gülay Toksöz, Freie Universitaet Berlin).
Bu arada, kadının ‘görünmeyen’ bakım emeğinin içine, hizmet verdiği kişiye karşı dayanışma/sabır/anlayış/şefkat gibi duyguların girmesi, onu piyasalaşmış diğer emek kategorilerinden ayırdığı için, kadının emeğinin ücrete vurulması güçtür, ki bu, kadın emeğinin görünmezliğini pekiştiren bir başka etkendir.
“Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)”, Türkiye dahil birçok ülke tarafından kabul edildiği halde şunu görmekteyiz ki; cinsiyet eşitliği politikaları, ancak kapitalist sistemin karlılığını sağladığı sürece desteklenmekte; kadınlar, iş yaşamına girme ve işte erkeklerle eşit statü paylaşma ve eşit ücret alma hususunda, hala birçok engelle karşılaşmaktadır.
Yoksul Ailelerde Kadının Çalışması, Erkeğin Yenilgisidir
Yapılan araştırmalara göre, toplumun en alt tabakasında her zaman kadınlar bulunmaktadır.
Bu bize, yoksulluğun sadece maddi olanaklar ile değil, aynı zamanda i de değiştirmek suretiyle çözümleneceğini gösterir.
Beyinlerimize kazınmış patriarkal sistem yüzünden kadının özel alana yani ‘eve ait’ olduğu inancı, kadının ev içi emeğini ‘doğal’ ve ‘olması gereken’, yani ‘görünmez’ yapar.
Kadının ev işi, çocuk bakımı, tarlada çalışması görünmez olduğu için, sermaye tarafından piyasa dışında bırakılarak, ücrete tabi tutulmadığından –buna kadının mesleksizliği de eklenince- yüksek vasıflı işler erkeklerin tekeline kalmaktadır.
Türkiye’de istihdam edilen kadınların %38’i; tarımda istihdam edilen kadınların ise %74’ü ücretsiz işçidir (TÜİK). Kadınların, iş gücüne katılım oranı %26 iken, erkeklerin %72’dir ve istihdamdaki nüfusun %73’ü erkeklerdir (TÜİK). Medeni duruma göre de iş gücüne katılım oranı değişmektedir; en çok, boşanmış kadınların (%42) ve evlenmemiş kadınların (%34) işgücüne katıldığı görülmektedir.
Yani kadınlar evliyken çalışmamaktadırlar. Buna sebep olan patriarkal yapıdır; çünkü ataerkil sistemde, kadının çalışması, erkeğin yenilgisi olarak görülmektedir.
Kadının aileye getirdiği gelir genellikle ‘ek gelir’ olarak görüldüğünden, kadının çalışıp çalışmayacağına yine erkek karar vermektedir. Yani, kadınların hangi alanda ve hangi koşulda çalışacağını yine ataerkil sistem belirlemektedir. Bu yüzden, Türkiye’de birçok kadın -toplumsal cinsiyet rolleri ve kültürel değerler çerçevesinde- göç sonrasında hemşehrilerinin yanında veya evlerine yakın çalışmayı tercih etmektedir.
Sonuç olarak, toplumsal cinsiyet rollerinin erkek için belirlediği ‘eve ekmek getirme’ ve kadın için belirlediği ‘eve bakma’ görevleri, ailede yoksulluk varsa, bu rollerin derinleşmesine yol açmaktadır.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Konusunda Türkiye’de Uygulanan Sosyal Politikalar
Ülkemiz 1980’den sonra küresel dünya sistemine entegre olup, neo-liberal politikalarla yönetilmeye başlayınca, iktidara geçen ‘muhafazakar AMA liberal’ ideoloji ‘eşit vatandaşlık’ ve ‘sosyal haklar’ yerine, dinden referans alarak -hayırseverlik ve aile dayanışması adı altında- Devletin sosyal sorumluluğunu aileler, STK’lar ve gönüllü kuruluşlar arasında paylaştırmaya başlamıştır.
Bu kurumların -ülkemize toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama görevi veren uluslararası sözleşmeler ile kadının ekonomik bağımsızlığı ve eğitiminin yükseltilmesi için düzenlenen çok sayıda konferansa (http://kadininstatusu.aile.gov.tr/faaliyetler/projelerimiz/ulusal‐projeler) rağmen geliştirilen projelerin azlığı ve Devlet tarafından kullanılan yöntem, kadın-erkek eşitsizliğini yok etmek yerine, üretmeye devam etmektedir.
Örneğin, 1950’lerde -kırsal kesimdeki aile işçiliği de hesaba katılarak- %80’in üzerinde olan kadın işgücü oranı; kentleşmenin %80’lere dayandığı 2000’li yılların ortalarında -neo-liberal sistemin vasıfsız ve ucuz işgücü ihtiyacına rağmen- %25’e düşmüştür.
Yani kadın işsizliğinin nedenlerinden biri kültürel muhafazakârlıksa (http://www.sosyal‐is.org.tr/yayinlar/kadin_emegi_ve_istihdami.pdf); bir diğer nedeni de işsizlikle başa çıkmaya çalışan popülist siyasetin, ailelerin oylarını yönlendiren erkeklerin istihdamına öncelik tanımasıdır.
İş hayatında kadınların desteklendiğinden söz edebilmek için, “Kadınların statüsüne uygun, tam zamanlı ve erkekle eşit ücretli çalışmasına engel oluşturmaması için, çocuk bakımının, devlet-işveren-ebeveyn üçlüsü arasında eşitlikçi olarak paylaştırılması; yani, çocuk bakım hizmetinin kamuda ücretsiz olarak yaygınlaştırılması; ev-içi cinsiyetçi rollerde dönüşüm yaratacak ebeveyn izinlerinin yasallaştırılması ve erkeklerin çocuk ve bağımlı bakımında, kadınlar kadar aktif rol almasını sağlayan düzenlemeler gerekmektedir” (Saniye Dedeoğlu).
AMA, sosyal güvenlik politikalarında son yıllarda benimsenen strateji aile odaklıdır. Bakım hizmetlerine kaynak ayırmak yerine, aileye ve bakım hizmeti ihtiyacı duyanların yakınlarına verilen yardımlar genişletilerek, aslında uzmanlık gerektiren evde bakım hizmeti, ihtiyaç sahiplerine bir sosyal hak olarak sunulmamakta; aile içindeki geleneksel cinsiyet rollerine yaslanarak kadınlara yüklenmektedir. Böylece kadınlar, belli bir miktar sosyal gelir desteğiyle, evde bakım hizmetlerinin sunucusu kılınırlar.
Evde Bakım Hizmeti Ayrıcalık Gibi Sunulsa da Aslında Kadını Daha da Geriletmektedir
Eşitsizliğin nesnesi olan kadınları giderek daha da yoksullaştıran bu uygulamalar; onlara ek gelir imkanı yarattığı yanılgısını doğurmakta, diğer yandan da evde bakım hizmeti kadının “görünmeyen emeği”ne bir yenisini ekleyip, kadını özel alanın daha da derinine itmektedir.
Çocuk, yaşlı ve engellilerin, kurumsal bakım yerine eve yönlendirilerek; yoksul kadınların belli bir sosyal gelir karşılığında bu işi yapması, bir ayrıcalık gibi sunulduğundan; profesyonel olmayan “evde bakım uygulaması”, kadınları, erkeklerle eşit statü ve gelire eriştirme potansiyeli taşıyan iş olanaklarından uzaklaştırarak, kadınları ekonomik özgürleşmesi ve iş tecrübesine set vurmaktadır.
Bu uygulamanın diğer problemi de, bakım kalitesindeki düşüştür. Evde bakım hizmetlerinin devreye girmesiyle birlikte, devlet, harcamaları minimum düzeye indirip; sorumluluğunu, bu konu hakkında hiçbir profesyonel eğitimi bulunmayan kadınlara yüklemiş olmaktadır.
Sonuç olarak; hem verilen sosyal hizmetlerin kalitesini düşmekte, hem de istihdam ve eğitim başta olmak üzere kadınların erkeklerle eşit olanaklardan yararlanmaları engellenmiş olmaktadır.
Devletin -kadını erkeğe ve eve bağımlı yaparak- şartlı nakit transferi kapsamında annelere yönelik yardımlar, yaşlı-engelli maaşları ve dul kadın aylıkları gibi sosyal politikalarla kadınları desteklemesi, kısa vadede yoksul kadınların refahlarına katkı sağlayabilir. Ancak bu yardımlar, orta ve uzun vadede, kadınlara eşitlik değil, eşitsizlik hatta ayrımcılık getirmekte; kadınların sosyal yardımlar lehine piyasadan daha da çekilmelerine yol açmaktadır!
Bunun dışında; devletin -sosyal sınıf, ırk, cinsiyet, dil, din, politik görüş, ulus ve etnik köken ayrımlarına dayanmadan- eğitim olanaklarını tüm yurttaşlarına parasız ve nitelikli bir şekilde sağlaması eğitim hakkının gereği olmasına rağmen; okullaşma-okuryazarlık ve eğitim alanında, kadın ve erkek arasında ciddi farklılık görülmekte; kadınların eğitim hakkından eşit yararlandırılmadıkları gibi, cinsiyet ayrımcısı, ataerkil cinsiyet rolleri ve kalıp yargıları güçlendiren eğitim-öğretim materyallerine okullarda sıkça rastlanmaktadır.
Türkiye’de uygulanan sosyal politikalar nedeniyle, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin etkisini gösterdiği bir diğer alan da sağlık alanıdır. Kadına yönelik şiddet/taciz/tecavüz, namus cinayetleri, bekaret kontrolü, cinsiyet seçimi, istenmeyen veya ergen gebelikler, sağlıksız koşullardaki düşükler, cinsel yolla bulaşan hastalıklar/bu hastalıkların tanısında gecikme ve üreme sağlığı hizmetlerine ulaşamama gibi nedenlerle, kadınlar çok mağdur olmaktadırlar.
Kadına Karşı Şiddetin Nedeni
Üretim sürecinin erkekler tarafından denetlenip yönetildiği; kadınları sadece eş/anne/kardeş/sevgili olarak görerek, aile kurumunun sürekliliğinden kadını sorumlu tutup ikincilleştirerek, onu özgür ve eşit bir birey olarak görmeyen ataerkil sistem, kadınlara yönelik şiddetin en önemli sorumlusudur.
Bu sistem içinde erkekler, kadınların yaşamını kendi koydukları kurallara göre düzenleyerek onları kontrol ve baskı altına alma istemektedirler; fakat unutmaktadırlar ki, başka bir insanın yaşamı ve bedeniyle ilgili özgürce karar vermesini engelleyen her davranış şiddettir.
Kadına yönelik şiddetin en ağırı ise kadın cinayetleridir:
Yargılama sürecinde uygulanan haksız tahrik indirimleri; uygulamacıların, şiddet suçlarına maruz kalan kadınlara yaklaşımı; şiddet eşten gelmişse -ki istatistiklere göre çoğunlukla böyle- ailenin dağılmaması için ‘kol kırılsın yen içinde kalsın’ tavsiyeleri ile barıştırma çalışmaları; cinsel suçlarda kadının giydiği kıyafetin erkeğe “davetiye” çıkarıp çıkarmadığının tartışılması; kadınlara “gece yarısı niçin sokakta olduğunun” sorulması, kadın için bu süreci hem travmatik hale getirmekte hem de kadına yönelik şiddeti meşrulaştırarak yeniden üretmektedir.
Oysa, Türkiye’nin imzaladığı ve 2014 Ağustos’unda yürürlüğe giren Istanbul Sözleşmesi’nin 12.maddesinde, “Taraflar, kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır” denmektedir.
Istanbul Sözleşmesi’ne, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve cinsiyet ayrımcılığıyla mücadele için imzaladığımız bütün uluslararası anlaşmalara ve 6284 sayılı Ailenin Korunması Hakkındaki Kanun’a rağmen, Türkiye’de kadın cinayetleri durdurulamıyor ve hatta yıldan yıla muazzam bir hızla artıyorsa, bundan çıkan netice, suçluların cezalandırılması ve kadınların korunması konusunda yeterli ve pratik bir sosyal politika üretemediğimizdir!
Yukarıda belirtilen sosyal politikalar, kadın-erkek arasındaki eşitsiz güç ve tahakküm ilişkisini normalleştirip, kadınlar arasında da içselleştirmekte olduğundan, aslında kadına karşı şiddetin diğer önemli nedenini oluşturmaktadır.
Kısacası; yasal zeminde toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak yeterli değildir. Kadınların geleneksel ve kalıplaşmış cinsiyet rollerinden kurtulması ve toplumun da bu olguyu içselleştirmesi için, Devlete ve onun kurumlarına –okullardaki eğitimden başlayarak- hayatın her alanında büyük rol düşmektedir.29.02.2020
Av. Sosyolog Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ