Makalelerim
TOPLUMSAL CİNSİYET VE SOSYAL POLİTİKA (4)
TOPLUMSAL CİNSİYET VE SOSYAL POLİTİKA (4)
Sosyal Politika Nedir ve Nasıl Oluştu?
Toplumun refahı (yani sağlığı, barınması, eğitimi, işi, geliri ve sosyal güvenliği gibi temel ihtiyaçları) için yapılan çalışmadır.
Bu işler eskiden sadece devletin sorumluluğunda iken; Dünyayı ele geçiren neo-liberal kapitalizm politikaları sonrasında devlet, sosyal refahı sağlama görevini, ailelere, STK’lara ve piyasalara paylaştırmaya başlamıştır.
Kadınların erkeklere kıyasla, eğitim, iş vs olanaklardan eksik yararlanmaları; dolayısıyla yoksulluktan daha çok etkilenip kadın için biçilen ataerkil rollerden dolayı da, çocuk-yaşlı-hasta ve engelli bakımının evde onlar tarafından yapılması gerektiği yolundaki toplumsal cinsiyet beklentisi; zaten var olan kadın-erkek eşitsizliğini tetikleyerek, kadınları sosyal politikanın konusu olan risklerle (sağlık-konut-eğitim-iş-vs) karşı karşıya bırakmıştır.
Bir yaşamın kalitesi, o insanın kaynakları ile doğrudan ilişkilidir. Ama kaynaklarımızı sadece kendi gücümüzle elde edemeyiz; çünkü, kaynakların dağılımını belirleyen adı “azınlıktaki muktedir” olan iktidardır. Toplumun ‘iktidar’sız üyeleri olan ‘alt’ sınıfın asgari yaşam koşullarında yaşamaları, toplumsal barış açısından ‘olmazsa olmaz’ iken; Sanayi Devrimi sonrasında egemen olan kapitalist rejim, eskiden kendine yeten (yani refah problemini kendi çözen) tarım toplumunu yıkarak; köylü emekçileri piyasada, emeğinden başka bir hiçbir varlığı olmayan proleterlere dönüştürmüş; ve üretim araçlarının mülkiyetini, burjuva sınıfının eline vermiştir.
İngiltere’den 16. yüzyılda başladıktan sonra 18. yüzyılda Batı Avrupa’ya yayılan Sanayi Devriminin sonunda gelişen modern devlet ise, toplumsal yaşamı en küçük ayrıntısına dek düzenlemek/denetlemek isteyen ve öncesinde hiç karşılaşılmamış merkezi bir bürokrasi oluşturarak, yoksul insanların çalışmak için fabrika çevrelerinde yığılmasına ve ‘kent’ denen bu yığılmada geçim, gıda, istihdam, sağlık, kamu düzeni ve daha çok da mülk sahibi sınıfların güvenlik meselelerine yol açmıştır.
Devlet, 19. Yüzyılın başına değin –dinin etkisiyle- yoksulların desteklenmesini sadece zengin bireylerin vicdanına bırakmakta; çalışmayan kişiler erdemsizlikle yaftalanıp, onlara yardım edip etmemek devletin değil, özgür iradesiyle bu lütufta bulunmayı seçen hali-vakti yerinde kişilerin meselesi sayılmakta idi.
Yani, egemen olan ve her koyunun kendi bacağından asıldığı serbest piyasa koşulunda sosyal politika, ancak hayırseverler eliyle yürütülebilecek bir konu idi.
18.yüzyılın sonlarına doğru, üretim üzerindeki gücünün farkına varan proletaryanın verdiği toplumsal mücadele sayesinde, ‘sosyal haklar’ konuşulmaya başlandı. Almanya’da 1880’lerde güçlenen sosyalist hareketleri bastırmak isteyen Bismarck yönetimi –sırf muhaliflere koz amacıyla- Dünyanın ilk genel sosyal güvenlik sistemini oluşturdu ve böylece diğer Batı Avrupa ülkeleri Almanya’yı izleyerek benzeri sistemler inşa ettiler.
Ve işçi sınıfının 20. yüzyılın ilk yarısında sosyal politika problemini gündemde tutarak iktidarı zorlaması ve II. Dünya Savaşı ertesinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Dünyadaki devrimci hareketleri destekleyen küresel bir güç haline gelmesi; kapitalist Batı’nın sosyal politikayı, ‘duruma göre önlem alınan’ bir durum değil de bir ilke olarak benimsemesini zorunlu kılmıştır.
Neo-liberal Sosyal Politika Anlayışının Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliğine Etkisi
Vatandaşın sosyal hakkı olarak sunulan sağlık, çalışma, eğitim, barınma, sosyal güvenlik ve ücretlerle ilgili devlet hizmetleri ve refah devleti uygulamaları; 1980’lerden sonra, yerini ulus-ötesi şirketlerin güdümündeki kapitalist büyüme fetişizmine bırakarak; devletin üretimden çekilmesini teşvik eden özelleştirme-küçülme uygulamaları neticesinde -küreselleşme/sanayisizleşme/esnek üretim ve yarı-zamanlı çalışmaya dayanan neo-liberal ekonomik ortamda- farklı şekle dönüşmeye başladı.
Böylece neo-liberalizm, sosyal yıkım ve karmaşa yarattı. Ve sosyo-ekonomik sistemin muktedirleri, neo-liberal piyasa koşulları nedeniyle artan yoksulluk ve bu yoksulluk nedeniyle artan direnişleri ört-bas amaçlı, yeni bir sosyal politika paradigması (“refah yönetişimi modeli”) oluşturmak zorunda kaldılar. Ama tabii bu sosyal politika önlemleri, sistemin kendi menfaati için devreye sokulmuş idi.
İşte adına “sosyal sorumluluk projeleri” denen ama aslında, özel sektöre düşen ekonomik yükü minimize etmeyi amaçlayan, devlet/piyasa/STK ortaklığıyla oluşan ve ekonomik kaynaklar üzerindeki denetim ve yetkinin geniş ölçüde özel girişimciliğe devredildiği için, devletin –kime ve nasıl yönlendirileceği keyfileşmiş sosyal hizmetlerin- sadece koordinatörü olduğu bir sosyal hizmet sunum anlayışı geliştirilmiş.
Sonuç olarak, tarihsel mücadelelerle kazanılarak Anayasa ile güvence altına alınmış ve eskiden Devletin sorumluluğundaki sosyal haklar, bir nevi ortadan kaldırılmış oldu. Yani artık devlet kamusal yarar ve refah sunan bir kurum olmaktan çıktığı için, vatandaşın devletten beklentisi azalmış; ihtiyaç sahipleri ile destek verenler arasında bir ‘minnet duygusu’ yaratan 19. yüzyıldaki “hayırseverlik” modeli yeniden hakim duruma gelmiş; toplumun ihtiyaçlarının karşılanması, problemlerin çözümü ve risklerin ortadan kaldırılması konusunda STK-piyasa-aileye atfedilen yeni roller (özellikle ailedeki kadınlardan beklentiler) toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üretmiştir.
Sermayenin küreselleşmesi ile sadece sınıflar değil, kimlikler arasında da oluşan sosyo-ekonomik farklılıklar, çağımıza özgü “yeni yoksulluk” denen bir yoksulluk türünü ortaya çıkarmıştır. Sosyal olarak dışlanan veya kenarda kalan bu “yeni yoksullar”ın çoğunluğu da kadınlardır.
Yoksulluğun Kadınlaşması Ne Demek?
“Yoksulluğun kadınlaşması” kavramı ilk kez 1978’de Amerika’da, Diane Pearce tarafından -o tarihte yoksul nüfusun 2/3’sini kadınların oluşması ve işyerinde kadın emeğine daha az rastlanması nedeniyle- kullanılmıştır.
Devletin sosyal politika üretmedeki rolünün küçülmesi; esnek üretim ve yarı zamanlı çalışmayı hedefleyen ekonomik yapı ve kadınların eğitim, sağlık ve istihdam politikalarından adil ve eşit bir şekilde yararlanamamaları “yoksulluğun kadınlaşması”nın en önemli sebepleridir.
Aile ve Devletin patriarkal yapısı nedeniyle, kadınların kaynaklara ve hizmetlere erişiminin binlerce yıldır engellenmesi; üstelik ev içi emeklerinin de değersiz görülmesi, hatta hiç görülmemesi onların, yoksulluğu erkeklerden daha şiddetli yaşamalarına yol açmış; dezavantajlı gruplar denen çocuk-yaşlı-hasta-özürlü için kamudaki bakım hizmetinin yetersizliği ve cinsiyete dayalı iş bölümü nedeniyle, ailedeki ev ve bakım hizmetlerinin ‘kadın işi’ olarak görülmesi, hatta bunun kadınların kendileri tarafından da içselleştirilmesi, kadınları iş yaşamından uzaklaştırarak erkeğe ve sosyal yardıma muhtaç hale getirmiştir.
Sabır, itaatkarlık ve uysallık bir kadın özelliği olarak görüldüğü için; hem dışarda çalışıp hem de aileye bakım hizmetini sürdüren kadınların emeği, sermaye tarafından da aranır hale gelmiş; kapitalizmin az gelişmiş ülkelere kaymasıyla “esnek, yarı-zamanlı veya evde parça-başı çalışma” denen ve işçilerin kayıt-dışı/kontratsız/güvencesiz çalıştırıldığı enformel üretim artarak, kırdan kente göç etmiş vasıfsız kadınlar, sermayenin önemli emek gücünü oluşturmuşlardır.
Araştırmalar, 2000’li yıllarda enformel istihdamın yükselip, bunun yoksulluğun kadınlaşmasında en önemli etken olduğunu göstermektedir. Formel işlere kadın erişiminin -ihracata dayalı büyüme vs nedeniyle- engellenmesi, kadınların enformel, yani sosyal güvencesiz ve olumsuz nitelikler taşıyan işlerde aranması ile sonuçlanmıştır.
Kadınların bu işlere yönelmesinin diğer nedeni de toplumsal cinsiyet rolleridir. Çünkü işsizlik ve yoksulluk dönemlerinde kadınlar, evdeki görünmez emeklerine ek olarak esnek işler arar ve düşük ücretli, sendikasız, uzun mesai saatleriyle çalışan kadın, verimliliği düştüğü zaman derhal yenisiyle değiştirilir. Toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle kadının eğitim, sosyal güvence vs devlet hizmetlerine ulaşamaması ve neo-liberal politikalar yüzünden, erkek emeğinin piyasaya hakimiyeti, sermayeyi giderek ucuz ve vasıfsız kadın işgücüne yöneltmiştir.
Yoksullar İlk, Kızlarını Okula Göndermekten Vazgeçerler
Kadınların ‘görünmeyen emeği’ne dayalı yoksullaşmayı Devlet de toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarsız politikasıyla desteklemektedir. Kamusal kaynaklara erişim konusunda da erkek ve kadınların şartları eşit değildir. Kadınların karar verici mekanizmalardan dolaylı olarak dışlanmasıyla, bu koşulların kadın lehine değişmesi oldukça zordur.
Kadının erkekle eşit erişemediği diğer önemli hizmetse eğitimdir; yoksul ailelerde ilk vazgeçilen şey, kızları okutmak olduğu için, yoksullaşma ile okullaşma arasında paralellik bulunmaktadır. Dünyada, okula devam edemeyen 15 milyon çocuğun 9 milyonu kız çocuklardır.
Yani, Devletin, çocuk, yaşlı ve ev bakımı gibi özel alana yeterli kaynak ayırmaması, ayırsa bile ücretsiz ve niteliksiz hizmet sunması; sağlık hizmetinin metalaşması ve hasta bakım süresinin düşürülmesi nedenleriyle –İŞİN İÇİNE BİR DE YOKSULLUK GİRİNCE- okuldan/eğitimden uzaklaştırılan kadınlar, ücretsiz ev işi ve çocuk/yaşlı/hasta bakımına (görünmeyen emek) zorlanır. Bu yetmezmiş gibi, bir yandan da aile bütçesine katkı sağlama amacıyla ucuz ve güvencesiz işlerde çalıştırılır.
İşte bu şekilde ataerkil normların sermaye ile dayanışma yapması, yani patriarkanın kapitalizmle üstü-örtülü işbirliği sayesinde, KADIN HEM EKONOMİK HEM DE TOPLUMSAL OLARAK SÖMÜRÜLMÜŞ olur: “Özel patriarkanın güçlü olduğu ülkelerde, hane içinde toplumsal cinsiyete dayalı işbölümünün devamından, baba veya koca olarak yarar sağlayan erkek, kadınların hane dışında çalışıp çalışmayacağına ilişkin kararları verir. Bu sistemde kadınlar, kamusal alandan dışlanmış olup, kadınların istihdama katılımları ya çok sınırlı ya da erkeklerin otoritesini sarsmayacak biçimdedir. Kamusal patriarkada ise kadınlar, kamusal alandan dışlanmış değillerdir; ancak, erkeğe tabi konumda kalmaya devam ederler. Devlet, kamusal partiarkanın başlıca temsilcisi olarak, kadınların işgücü piyasasındaki ikincil konumunu pekiştiren düzenleme ve uygulamalarıyla, kadınların sadece işverenler karşısında değil, aynı zamanda erkekler karşısındaki pazarlık gücünü azaltarak özel patriarkanın gücünü korumasını destekler” (Gülay Toksöz, Freie Universitaet Berlin).
Bu arada, kadının ‘görünmeyen’ bakım emeğinin içine, hizmet verdiği kişiye karşı dayanışma/sabır/anlayış/şefkat gibi duyguların girmesi, onu piyasalaşmış diğer emek kategorilerinden ayırdığı için, kadının emeğinin ücrete vurulması güçtür, ki bu, kadın emeğinin görünmezliğini pekiştiren bir başka etkendir.
“Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)”, Türkiye dahil birçok ülke tarafından kabul edildiği halde şunu görmekteyiz ki; cinsiyet eşitliği politikaları, ancak kapitalist sistemin karlılığını sağladığı sürece desteklenmekte; kadınlar, iş yaşamına girme ve işte erkeklerle eşit statü paylaşma ve eşit ücret alma hususunda, hala birçok engelle karşılaşmaktadır.
Yoksul Ailelerde Kadının Çalışması, Erkeğin Yenilgisidir
Yapılan araştırmalara göre, toplumun en alt tabakasında her zaman kadınlar bulunmaktadır.
Bu bize, yoksulluğun sadece maddi olanaklar ile değil, aynı zamanda i de değiştirmek suretiyle çözümleneceğini gösterir.
Beyinlerimize kazınmış patriarkal sistem yüzünden kadının özel alana yani ‘eve ait’ olduğu inancı, kadının ev içi emeğini ‘doğal’ ve ‘olması gereken’, yani ‘görünmez’ yapar.
Kadının ev işi, çocuk bakımı, tarlada çalışması görünmez olduğu için, sermaye tarafından piyasa dışında bırakılarak, ücrete tabi tutulmadığından –buna kadının mesleksizliği de eklenince- yüksek vasıflı işler erkeklerin tekeline kalmaktadır.
Türkiye’de istihdam edilen kadınların %38’i; tarımda istihdam edilen kadınların ise %74’ü ücretsiz işçidir (TÜİK). Kadınların, iş gücüne katılım oranı %26 iken, erkeklerin %72’dir ve istihdamdaki nüfusun %73’ü erkeklerdir (TÜİK). Medeni duruma göre de iş gücüne katılım oranı değişmektedir; en çok, boşanmış kadınların (%42) ve evlenmemiş kadınların (%34) işgücüne katıldığı görülmektedir.
Yani kadınlar evliyken çalışmamaktadırlar. Buna sebep olan patriarkal yapıdır; çünkü ataerkil sistemde, kadının çalışması, erkeğin yenilgisi olarak görülmektedir.
Kadının aileye getirdiği gelir genellikle ‘ek gelir’ olarak görüldüğünden, kadının çalışıp çalışmayacağına yine erkek karar vermektedir. Yani, kadınların hangi alanda ve hangi koşulda çalışacağını yine ataerkil sistem belirlemektedir. Bu yüzden, Türkiye’de birçok kadın -toplumsal cinsiyet rolleri ve kültürel değerler çerçevesinde- göç sonrasında hemşehrilerinin yanında veya evlerine yakın çalışmayı tercih etmektedir.
Sonuç olarak, toplumsal cinsiyet rollerinin erkek için belirlediği ‘eve ekmek getirme’ ve kadın için belirlediği ‘eve bakma’ görevleri, ailede yoksulluk varsa, bu rollerin derinleşmesine yol açmaktadır.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Konusunda Türkiye’de Uygulanan Sosyal Politikalar
Ülkemiz 1980’den sonra küresel dünya sistemine entegre olup, neo-liberal politikalarla yönetilmeye başlayınca, iktidara geçen ‘muhafazakar AMA liberal’ ideoloji ‘eşit vatandaşlık’ ve ‘sosyal haklar’ yerine, dinden referans alarak -hayırseverlik ve aile dayanışması adı altında- Devletin sosyal sorumluluğunu aileler, STK’lar ve gönüllü kuruluşlar arasında paylaştırmaya başlamıştır.
Bu kurumların -ülkemize toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama görevi veren uluslararası sözleşmeler ile kadının ekonomik bağımsızlığı ve eğitiminin yükseltilmesi için düzenlenen çok sayıda konferansa (http://kadininstatusu.aile.gov.tr/faaliyetler/projelerimiz/ulusal‐projeler) rağmen geliştirilen projelerin azlığı ve Devlet tarafından kullanılan yöntem, kadın-erkek eşitsizliğini yok etmek yerine, üretmeye devam etmektedir.
Örneğin, 1950’lerde -kırsal kesimdeki aile işçiliği de hesaba katılarak- %80’in üzerinde olan kadın işgücü oranı; kentleşmenin %80’lere dayandığı 2000’li yılların ortalarında -neo-liberal sistemin vasıfsız ve ucuz işgücü ihtiyacına rağmen- %25’e düşmüştür.
Yani kadın işsizliğinin nedenlerinden biri kültürel muhafazakârlıksa (http://www.sosyal‐is.org.tr/yayinlar/kadin_emegi_ve_istihdami.pdf); bir diğer nedeni de işsizlikle başa çıkmaya çalışan popülist siyasetin, ailelerin oylarını yönlendiren erkeklerin istihdamına öncelik tanımasıdır.
İş hayatında kadınların desteklendiğinden söz edebilmek için, “Kadınların statüsüne uygun, tam zamanlı ve erkekle eşit ücretli çalışmasına engel oluşturmaması için, çocuk bakımının, devlet-işveren-ebeveyn üçlüsü arasında eşitlikçi olarak paylaştırılması; yani, çocuk bakım hizmetinin kamuda ücretsiz olarak yaygınlaştırılması; ev-içi cinsiyetçi rollerde dönüşüm yaratacak ebeveyn izinlerinin yasallaştırılması ve erkeklerin çocuk ve bağımlı bakımında, kadınlar kadar aktif rol almasını sağlayan düzenlemeler gerekmektedir” (Saniye Dedeoğlu).
AMA, sosyal güvenlik politikalarında son yıllarda benimsenen strateji aile odaklıdır. Bakım hizmetlerine kaynak ayırmak yerine, aileye ve bakım hizmeti ihtiyacı duyanların yakınlarına verilen yardımlar genişletilerek, aslında uzmanlık gerektiren evde bakım hizmeti, ihtiyaç sahiplerine bir sosyal hak olarak sunulmamakta; aile içindeki geleneksel cinsiyet rollerine yaslanarak kadınlara yüklenmektedir. Böylece kadınlar, belli bir miktar sosyal gelir desteğiyle, evde bakım hizmetlerinin sunucusu kılınırlar.
Evde Bakım Hizmeti Ayrıcalık Gibi Sunulsa da Aslında Kadını Daha da Geriletmektedir
Eşitsizliğin nesnesi olan kadınları giderek daha da yoksullaştıran bu uygulamalar; onlara ek gelir imkanı yarattığı yanılgısını doğurmakta, diğer yandan da evde bakım hizmeti kadının “görünmeyen emeği”ne bir yenisini ekleyip, kadını özel alanın daha da derinine itmektedir.
Çocuk, yaşlı ve engellilerin, kurumsal bakım yerine eve yönlendirilerek; yoksul kadınların belli bir sosyal gelir karşılığında bu işi yapması, bir ayrıcalık gibi sunulduğundan; profesyonel olmayan “evde bakım uygulaması”, kadınları, erkeklerle eşit statü ve gelire eriştirme potansiyeli taşıyan iş olanaklarından uzaklaştırarak, kadınları ekonomik özgürleşmesi ve iş tecrübesine set vurmaktadır.
Bu uygulamanın diğer problemi de, bakım kalitesindeki düşüştür. Evde bakım hizmetlerinin devreye girmesiyle birlikte, devlet, harcamaları minimum düzeye indirip; sorumluluğunu, bu konu hakkında hiçbir profesyonel eğitimi bulunmayan kadınlara yüklemiş olmaktadır.
Sonuç olarak; hem verilen sosyal hizmetlerin kalitesini düşmekte, hem de istihdam ve eğitim başta olmak üzere kadınların erkeklerle eşit olanaklardan yararlanmaları engellenmiş olmaktadır.
Devletin -kadını erkeğe ve eve bağımlı yaparak- şartlı nakit transferi kapsamında annelere yönelik yardımlar, yaşlı-engelli maaşları ve dul kadın aylıkları gibi sosyal politikalarla kadınları desteklemesi, kısa vadede yoksul kadınların refahlarına katkı sağlayabilir. Ancak bu yardımlar, orta ve uzun vadede, kadınlara eşitlik değil, eşitsizlik hatta ayrımcılık getirmekte; kadınların sosyal yardımlar lehine piyasadan daha da çekilmelerine yol açmaktadır!
Bunun dışında; devletin -sosyal sınıf, ırk, cinsiyet, dil, din, politik görüş, ulus ve etnik köken ayrımlarına dayanmadan- eğitim olanaklarını tüm yurttaşlarına parasız ve nitelikli bir şekilde sağlaması eğitim hakkının gereği olmasına rağmen; okullaşma-okuryazarlık ve eğitim alanında, kadın ve erkek arasında ciddi farklılık görülmekte; kadınların eğitim hakkından eşit yararlandırılmadıkları gibi, cinsiyet ayrımcısı, ataerkil cinsiyet rolleri ve kalıp yargıları güçlendiren eğitim-öğretim materyallerine okullarda sıkça rastlanmaktadır.
Türkiye’de uygulanan sosyal politikalar nedeniyle, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin etkisini gösterdiği bir diğer alan da sağlık alanıdır. Kadına yönelik şiddet/taciz/tecavüz, namus cinayetleri, bekaret kontrolü, cinsiyet seçimi, istenmeyen veya ergen gebelikler, sağlıksız koşullardaki düşükler, cinsel yolla bulaşan hastalıklar/bu hastalıkların tanısında gecikme ve üreme sağlığı hizmetlerine ulaşamama gibi nedenlerle, kadınlar çok mağdur olmaktadırlar.
Kadına Karşı Şiddetin Nedeni
Üretim sürecinin erkekler tarafından denetlenip yönetildiği; kadınları sadece eş/anne/kardeş/sevgili olarak görerek, aile kurumunun sürekliliğinden kadını sorumlu tutup ikincilleştirerek, onu özgür ve eşit bir birey olarak görmeyen ataerkil sistem, kadınlara yönelik şiddetin en önemli sorumlusudur.
Bu sistem içinde erkekler, kadınların yaşamını kendi koydukları kurallara göre düzenleyerek onları kontrol ve baskı altına alma istemektedirler; fakat unutmaktadırlar ki, başka bir insanın yaşamı ve bedeniyle ilgili özgürce karar vermesini engelleyen her davranış şiddettir.
Kadına yönelik şiddetin en ağırı ise kadın cinayetleridir:
Yargılama sürecinde uygulanan haksız tahrik indirimleri; uygulamacıların, şiddet suçlarına maruz kalan kadınlara yaklaşımı; şiddet eşten gelmişse -ki istatistiklere göre çoğunlukla böyle- ailenin dağılmaması için ‘kol kırılsın yen içinde kalsın’ tavsiyeleri ile barıştırma çalışmaları; cinsel suçlarda kadının giydiği kıyafetin erkeğe “davetiye” çıkarıp çıkarmadığının tartışılması; kadınlara “gece yarısı niçin sokakta olduğunun” sorulması, kadın için bu süreci hem travmatik hale getirmekte hem de kadına yönelik şiddeti meşrulaştırarak yeniden üretmektedir.
Oysa, Türkiye’nin imzaladığı ve 2014 Ağustos’unda yürürlüğe giren Istanbul Sözleşmesi’nin 12.maddesinde, “Taraflar, kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır” denmektedir.
Istanbul Sözleşmesi’ne, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve cinsiyet ayrımcılığıyla mücadele için imzaladığımız bütün uluslararası anlaşmalara ve 6284 sayılı Ailenin Korunması Hakkındaki Kanun’a rağmen, Türkiye’de kadın cinayetleri durdurulamıyor ve hatta yıldan yıla muazzam bir hızla artıyorsa, bundan çıkan netice, suçluların cezalandırılması ve kadınların korunması konusunda yeterli ve pratik bir sosyal politika üretemediğimizdir!
Yukarıda belirtilen sosyal politikalar, kadın-erkek arasındaki eşitsiz güç ve tahakküm ilişkisini normalleştirip, kadınlar arasında da içselleştirmekte olduğundan, aslında kadına karşı şiddetin diğer önemli nedenini oluşturmaktadır.
Kısacası; yasal zeminde toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak yeterli değildir. Kadınların geleneksel ve kalıplaşmış cinsiyet rollerinden kurtulması ve toplumun da bu olguyu içselleştirmesi için, Devlete ve onun kurumlarına –okullardaki eğitimden başlayarak- hayatın her alanında büyük rol düşmektedir.29.02.2020
Av. Sosyolog Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ
TOPLUMSAL CİNSİYET VE SİYASET (3)
Toplumsal Cinsiyet Ve Siyaset Arasında İlişki Var Mı?
Siyaset, tüm Dünyada maalesef kadın-erkek eşitsizliği ile şekillenmiştir; çünkü kadınların, toplumdaki yerlerinin, doğaları gereği ev ve aile ile sınırlı olduğu ve bu nedenle siyasete uygun olmadıkları düşünülmüştür.
Eflatun, Aristo, Rousseau ve Kant dahil olmak üzere tüm önemli düşünürler “birey”den “erkek birey”i, “siyasi toplum”dan ise “erkeklerden oluşan toplum”u anlamışlarsa; hak ve özgürlüklerin insan soyunun yalnızca yarısını ilgilendirdiğini varsayarak kadınların varlığını görmezden gelmişlerse; veya hak ve özgürlüklerin, kadınlar için neden “uygunsuz” olduğunu anlatan bir felsefe takip etmişlerse, ‘Daha bunun üstüne ne konuşulabilir ki?’ dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Bu yanlış yaklaşım, demokrasinin ilk doğduğu yer olan ve siyaset pratiklerinin oluştuğu antik Yunan şehir devletlerinden, günümüz modern devletlerine kadar devam etmiş; siyaset, o toplumdaki kadın ve köleler dışlanarak, tamamen erkeklere ait bir etkinlik, yönetim ve bürokrasi de SADECE ERKEKLERE AİT alan olarak görülmüştür.
Toplumsal yaşamı şekillendirme ile kaynak elde edilmesi ve bölüşümünde önemli rol oynayan siyaset, ‘toplumsal cinsiyet’ ilişkilerini de etkilediği için, kadınların siyasal alanda mücadele etmesi şarttır; çünkü, kadın hak ve özgürlükleri ancak mücadele ile elde edilebilir. Ama, siyasete katılmak isteyen kadınlar, yüzyıllardır siyasetten dışlanmışlardır.
Ancak bu arada, ‘vatandaşlık’ kavramı ilk çıktığında, bu kavramın, kadınlar bir tarafa, tüm erkekleri bile kapsamadığını; yalnızca beyaz, köle olmayan ve mülk sahibi erkeklerin ‘vatandaş’ kabul edildiğini ve köle, zenci ve etnik azınlıkların da en az kadınlar kadar, vatandaşlık ve oy hakkı için uzun soluklu mücadele verdiklerini de hatırlayalım.
Dünyada Kadınların Siyasi Haklar Mücadelesi
Binlerce yıldır asil ve mülk sahibi zengin sınıf erkeklerinin tekelinde olan siyaset, genel oy hakkının vatandaşlık temelinde yaygınlaşması ile kabuk değiştirmeye başladığında, hala önemli bir nokta vardır:
‘Vatandaş’ kavramı, kadınları dışarıda bırakmaktadır. Yani ilk modern demokrasiler olarak görülen Fransa ve ABD gibi ülkelerde dahi, ‘vatandaş’ denince erkekler anlaşılıyordu ve genel oy hakkı, kadınların seçme ve seçilme hakkını içermiyordu.
1789 Fransız Devriminden sonra, halkı harekete geçiren eşitlik, özgürlük, adalet gibi evrensel değerler bile, aslında erkeklerin erkekler için talep ettiği ideallerdi.
Fransız Devrimi’nin temelini oluşturan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” 1789’da Fransız Meclisinde kabul edildiğinde, bildirgenin, kadınların yurttaş haklarını da tanıması ile ilgili girişimler sonuçsuz kalmıştı. Aslında bildirgenin cinsiyetli bir dil olan Fransızca isminde bile, SADECE “erkek yurttaş”ların haklarından bahsediyordu.
YANİ ‘insan hakları’ kavramı, sanki kadınlar insan değillermiş gibi, ‘kadınların insan haklarını’ görmezden gelmekteydi.
1791’de, kadın haklarının “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde yer almamasına tepki olarak, kadın oyun yazarı Olympe de Gouges, “Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi”ni yayımladı.
De Gouges, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ndeki 17 maddeye cevap olarak kaleme aldığı bu bildirgede, kadınların da insan olup, erkeklerle aynı haklara hem de doğuştan sahip olduklarını belirtiyordu.
De Gouges, bu bildirgesiyle, kadın hakları mücadelesine damga vuracak bir çağrı yaparak, Fransız Devrimi’nin evrensellik iddiasının eksik olduğunu ortaya koyuyor; devrimin ancak kadınların da hakları tanınınca tamam olabileceğinin altını çiziyordu.
Fransa’da Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin yayımlanmasından bir yıl sonra ise, İngiliz kadın yazar ve düşünür Mary Wollstonecraft, İngiltere’de Fransız Devrimi’nin etkisiyle alevlenen tartışmalardan etkilenerek Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi isimli kitabını yayımladı.
Wollstonecraft, bu kitabında dönemin liberal düşünür ve siyasetçilerinin cinsiyetçi zihniyetlerini eleştiriyor; kadınların eğitim ve toplumsal yaşamda, erkeklerle eşit olarak var olma hakkını savunuyordu.
Feminizm kavramının henüz ortaya çıkmadığı bir dönemde yazılmış olsa da, Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi kitabı, bugün feminist yazının ilk örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.
Her ne kadar De Gouges ve Wollstonecraft, bu çıkışları yapsalar da, etkileri sembolik olmaktan öteye geçememişti. Esas olarak kadınların siyasal haklar mücadelesi, 19. yüzyılın ortasından itibaren bu amaca yönelik kadın örgütlerinin kurulmasıyla başladı.
Kadınların bu amaçla kurdukları örgütler ve bu örgütlere üye olan 10binlerce kadının başlattığı eylem, miting, konferans, kongre ve yayın süreci Sufraj Hareketi olarak adlandırılır. Sufraj, Latince “oy” anlamına gelen “suffragium” kelimesinden türemiştir ve oy verme hakkı ya da seçme hakkı anlamına gelir. Bu harekette yer alan kadınlara ise “sufrajist” denir.
Sufraj Hareketinin en etkili olduğu ülkelerden biri İngiltere’dir. İngiliz sufrajistler, dergi çıkarmak, konferanslarda konuşma yapmak, toplantılar düzenlemek yoluyla seslerini duyurmaya çalışırken; oy hakkı mücadelesinde daha radikal yöntemleri benimseyen ve sokak eylemlerini savunan feministler ise “sufrajet” olarak farklı bir isimle anılmaya başlandı.
Bu grup açlık grevi yapmak, kendilerini parmaklıklara zincirlemek, duvarlara slogan yazmak, kimi zaman da boş binaları ateşe vermek gibi yollarla, tutuklanmayı bile göze alarak, kadınların oy hakkı için önemli bir mücadele verdi.
Benzer bir harekete, Amerika’da da rastlandı. Hatta 1916’da Ulusal Kadın Partisi çatısı altında biraraya gelen feministler, sivil itaatsizliğin öncüleri kabul edilerek, Beyaz Saray’ın parmaklıkları önünde, haftada 6 gün olmak üzere 2.5 yıl boyunca, oy hakları için sessiz nöbet tuttular. “Sessiz Nöbetçiler” olarak adlandırılan bu feministlerin çoğu, tamamen barışçıl bu eylemleri nedeniyle tartaklanıp hapse atıldılar.
Kadınların Türkiye’deki Siyasi Haklar Mücadelesi
1923’te kurulan Türk Kadınlar Birliği, Türkiye’de kadınların siyasal haklarına kavuşmasını sağlayan örgüttür. Birinci Dalga Feminizmin bir parçası olarak kabul edilebilecek kadın örgütlenmeleri aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun sön döneminden itibaren ortaya çıkmaya başlamıştı.
1913’te kurulan Osmanlı Müdâfaa-yı Hukuk-u Nisvân Cemiyeti (Osmanlı Kadın Haklarını Savunma Derneği), bu dönemde kurulan kadın derneklerinin en önemlisidir. Cemiyetin kuruluş programı; kadınların eğitimi, toplumsal yaşama katılması, çalışma hayatında yer alması ve hukuki eşitlik gibi konulara odaklanıyor, siyasal haklara ise değinmiyordu ama, kadınların siyasal haklara kavuşması için önce toplumsal konumlarının iyileşmesi gerektiğini savunan kimi cemiyet üyeleri, kadınların siyasette de başarılı olabilecek yetenekte olduklarını ifade etmekten çekinmiyor, siyasal hakların kazanıldığı günleri hayal ettiklerini ifade ediyorlardı.
Cemiyetin yayın organı olan Kadınlar Dünyası dergisi, Batılı ülkelerdeki sufrajistleri yakından takip ediyor, kadınların seçme seçilme hakkını kazandıkları ülkelerle ilgili haberler yapıyordu. Ve nihayet, kadınlara oy hakkı talebi 1921’de cemiyetin programına alındı.
Osmanlı kadın hareketinin geç de olsa seslendirdiği bu talebi çok daha güçlü bir sesle dile getiren ve Türk feministleri uluslararası Sufraj Hareketi ile buluşturan Türk Kadınlar Birliği oldu. Türk Kadınlar Birliği, henüz Cumhuriyet bile ilan edilmemişken, Haziran 1923’te Kadınlar Halk Fırkası adıyla bir kadın partisi kurmaya yönelik girişimle başladı, fakat hükümet parti kurulmasına izin vermeyince dernek olarak yoluna devam etti. Birliği meydana getiren kadın hareketinin öncülüğünü ve 1924-1927 arasındaki başkanlığını feminist yazar Nezihe Muhittin yaptı.
1926’da kadınlar, üye olmak talebiyle dönemin tek siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) başvurdular. 1927 seçimlerinde CHP adına bir kadın aday göstermek için girişimde bulundular, fakat bu talep reddedildi. Nezihe Muhittin bu girişimleri şöyle savunuyordu: “İnkılâpları doğuran hamlelerdir. Bu hamlelerimize her seçimde devam edeceğiz ve nihayet bizler de bu hakka her vatandaş gibi katılacağız”.
Türkiye’de kadınlar ilkin 1930’da Belediye Kanununda yapılan değişiklikle yerel yönetimlerde seçme seçilme haklarını kullandı. Aralık 1934’te ise bu haklar ulusal düzeye taşındı; kadınlar milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazandılar. Bu kazanımlarda, kuruluşundan itibaren uluslararası kadın hareketi ile sıkı ilişkiler kurmuş ve kendisini dünya kadınlarının bir parçası olarak konumlandırmış Türk Kadınlar Birliği etkili olmuştur. Ama Mayıs 1935’te, Türk Kadınlar Birliği’nin kendi kendini feshetmesi ile birlikte, Türkiye’de kadın hareketi için bir dönem kapandı.
Kadın hakları mücadelesi daha sonraki yıllarda, belli boyutlarda sürse bile, 1920’li yıllardaki gibi bağımsız ve feminist sesin yeniden bir harekete dönüşmesi, ancak 1980’lerde mümkün olacaktı.
Toplumsal Cinsiyet ve Kadınların Siyasete Katılımı
Siyasi haklar mücadelesi birçok ülkede kadınların siyasete katılmasının önünü açmış ve kadın hakları hareketlerinin büyüyüp çeşitlenmesine katkıda bulunmuş ise de, aktif siyasal özneler haline gelmek, politik etki sahibi olmak ve karar alma süreçlerine katılmak halen çok kolay değildir.
Kadınların siyasal olarak ne oranda temsil edildiklerine ve karar alma organlarında ne oranda yer bulabildiklerine bakarsak, siyasette toplumsal cinsiyet eşitliğinin hala çok uzağında bulunduğumuzu görürüz.
Kadınların bugün hala, siyasi parti ve parlamentolarda eşit temsil edilmek bir yana, kurumsal hiyerarşide yani yürütme organı gibi karar alma mekanizmalarındaki yerleri çok düşük seviyededir. Kadınlar, tabanlarını oluşturdukları siyasi partilerin parti meclislerinde çok az, merkez yürütme kurullarında ise çok daha az yer alırlar.
Peki, siyasal hakların kazanılması neden kadınların siyasette eşit temsil ve eşit katılım amacına ulaşmasını sağlamamıştır? Ve kadınlar neden, kendi hayatlarını da doğrudan etkileyen, üretim, bölüşüm, demokrasi ve sağlık gibi can alıcı konularda politika üretilip kararlar alınırken, bu süreçlerin dışında kalmaktadır?
Bu durumu tersine çevirmek ve kadınların siyasete katılımını arttırmak için ne yapılabilir? Daha çok kadın siyasette aktif görev alsa, yani siyasette kadın sayısı artsa, bu, katılımda toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için yeterli olur mu?
Yukarıda değindiğim gibi, siyaset uzun süre erkeklerin erkekler için yaptıkları bir uğraştı. Dolayısıyla da siyasetin yapısı ve dili erkek egemen bir biçimde şekillendi. Siyasal haklarını kazandıktan sonra kadınlar, bu eril yapı içerisinde kendilerine yer bulmaya çalıştılar, ama kuralları, mekanizmaları, dili, sınırları ve ilişkilenme biçimleri erkekler tarafından şekillendirilmiş ve hala da büyük oranda erkekler tarafından kontrol edilen bir alan olan siyasete, kadınların katılma biçimleri de çoğunlukla erkekler tarafından belirlenmektedir.
Bir başka deyişle, kadınların siyasal katılımının önündeki en büyük engel, siyasetin erkek egemen yapısıdır. Bu yapıya sızabilmiş az sayıda kadın için bu, görünür ve görünmez birçok engelle mücadele etmek anlamına gelir.
Kadın politikacılar çoğu zaman kendilerini, siyasette başarılı olmak için “erkekleşmek” yani eril siyaset dilini benimsemekle, siyasi etkinlik ve sözlerini “kadınsı” ya da kadına uygun olarak görülen alanlarla sınırlanmak arasında bulmuşlardır. Örneğin aile, sağlık, çevre gibi alanlarda kadın siyasetçilerin görüş belirtmesi, aktif olması normal görülürken, kadın bir savunma bakanı ya da dışişleri bakanı hayal etmek daha zordur.
Kadınların siyasete katılımı önündeki bir başka engelse, ataerkil norm ve pratiklerin hâlâ çok güçlü olmasıdır. Birçok kazanıma rağmen, bugün dünya geneline bakıldığında kadınlar erkeklerden daha az eğitimli ve daha yoksul ve gerek çalışma hayatı gerekse kamusal alanda mücadele deneyimleri açısından erkeklerden dezavantajlı konumdadırlar.
Günümüzde özellikle parlamenter siyasetin giderek daha fazla maddi kaynak, sosyal sermaye, kültürel donanım ve iletişim ağı gerektirdiği düşünüldüğünde, kadınların bu alana neden daha az sayıda katılabildikleri daha net ortaya çıkar.
Tüm bunlara ek olarak, kadınların birincil rollerinin annelik, birincil sorumluluklarının ise ev ve bakım işleri olduğu düşüncesi, kadınların siyasette aktif rol almasını engellemektedir.
Kadınlar bu düşünce nedeniyle zamanlarının önemli bir kısmını hane içinde geçirmekte, çalışma hayatına atılan kadınlar ise çifte mesai yapmakta, yani hem işte hem de evde çalışmaktadırlar.
Hal böyle olunca, genelde belli bir yaşın üzerinde, çocuk ve ev bakımı sorumluluğunu azaltmış kadınlar aktif siyasete girebilmektedir. Buna rağmen birçok kadın siyasetçi de, siyasi rolleri ve görevleri ile kendilerine dayatılan cinsiyet rolleri arasında sıkışmaktan kurtulamadıklarını, annelik, eş ve ev düzeni sorumluluklarının siyasette kendileri aleyhine kullanıldığını belirtmektedir.
Siyasette Kadınlar Lehine Pozitif Ayrımcılık
Kadınlar aleyhine tüm Dünyada süregelen bu kadar dezavantajlı koşula karşın kadınların siyasete katılımını arttırmak, özellikle siyasi partiler ve parlamentolar gibi formel siyaset kanallarında kadın sayısını yükseltmek için stratejiler ve mekanizmalar geliştirilmiştir.
Bunların başında cinsiyet kotası uygulaması gelmektedir.
Toplumsal cinsiyet kotaları, esas olarak, kadınların siyasal haklara ve erkeklerle hukuki eşitliğe kavuşmuş olmalarının, siyasete eşit katılımı getirmediği ve ataerkil toplumsal yapı ve kültürün sebebiyet verdiği fırsat eşitsizliğini ortadan kaldırmadığı düşüncesine dayanır.
Bu düşünceye göre, siyasette kadınların temsilini arttırmak için onlar için belli avantajlar sağlanmalı, yani pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır:
Cinsiyet kotası sistemi, bir birimin üyelerinin belli oranda kadınlardan oluşmasını zorunlu kılar.
Bu zorunluluk kimi ülkelerde anayasal bir ilkedir. Örneğin, 2003’te kabul edilen yeni Ruanda Anayasası meclisin en az 1/3 oranında kadın milletvekillerinden oluşmasını öngörmektedir. Bu nedenle 2003 seçimlerinde Ruanda, İskandinav ülkelerini bile geride bırakarak, % 48.8 oranıyla kadınların parlamentodaki temsili açısından dünyadaki en başarılı ülke olmuştur.
Kimi ülkelerde ise cinsiyet kotası uygulaması seçim kanunlarının bir parçasıdır. Örneğin Arjantin’de 1991’de seçim kanununda yapılan değişiklikle, siyasi partilerin aday listelerinin en az 1/3’ünün kadın olması ve her seçim bölgesi için ilk 3 aday içerisinde en az 1 kadın aday olması zorunluluğu getirilmiştir.
Latin Amerika ülkeleri arasında ilk cinsiyet kotası uygulamasını getiren ülke olan Arjantin, kadın temsili açısından yarattığı pozitif sonuçlarla bölgedeki diğer ülkeleri de etkilemiştir.
Cinsiyet kotası uygulaması, seçim kanunları ve anayasa ile zorunlu kılınmasa bile siyasi partilerin kendi tüzüklerinde yaptıkları değişikliklerle de uygulanabilir. Siyasi partilerin kendi istekleriyle yaptıkları bu değişikliklerle 50’nin üzerinde ülkede birçok siyasi parti hem parti içi yönetim kademelerinde hem de partinin aday listelerinde kadınların sayısını önemli ölçüde arttırmıştır.
Ancak, siyasette kadınların sayısal olarak temsil edilmeleri çok önemli olsa da, temsil sorununu yalnızca sayısal eşitliği sağlayarak çözemeyiz. Birçok feminist siyaset bilimci, kadınların temsil sorununun kota uygulamaları ile sayısal eşitliğe indirgenemeyecek kadar zor bir sorun olduğunu belirtir; çünkü toplumsal cinsiyet eşitliği demek:
Sayısal bir kadın-erkek eşitliğinin ötesinde, erkeklik ve kadınlık rolleri üzerinden yeniden üretilen cinsiyet eşitsizlikleri ile patriarkal norm ve pratiklerin ortadan kaldırılmasıdır.
Buna göre kadınların siyasette temsilinden gerçekten söz edebilmek için, temsilde sayısal eşitliğin yanı sıra, kadınların kadın olarak, sorunlarını, taleplerini, çıkarlarını dile getirip, politikalarını oluşturabilecekleri siyasi mekanizmaların oluşturulması gerekir.
Bu siyasi mekanizmalar, bürokrasi veya parlamento olarak örneklendirilebilecek dar siyasal alanda değil, daha geniş bir siyasi düzlemde, yani sendikalardan sivil toplum örgütlerine kadar birçok yerde hayata geçirilmelidir.
Bir başka önemli nokta da bağımsız bir kadın hareketinin ve feminist siyasetin varlığının, kadınların siyasi katılımına yaptığı katkıdır. Bilindiği üzere, kadınların 20. yüzyılda elde ettikleri kazanımlar, kadın hareketinin ve feminist mücadelenin sonucunda gerçekleşip, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin aşılması ve kadının özgürleşmesinde bu hareketler sayesinde önemli yol katedilmiştir.
Örneğin bugün eğitim olanaklarında toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadınların çalışma hayatına katılması yönünde önemli ilerlemeler kaydedilmiş vaziyettedir. Kadınlar lehine meydana gelen bu değişimler, kadınların siyasette de daha fazla yer bulmaya başlamasında kilit rol oynadı.
Bunun devam etmesi ve siyasette kadınlar lehine daha önemli kazanımlar elde edilebilmesi için çalışmamıza halen çok ihtiyaç vardır.
Erkek egemen toplumu ve bu zihniyeti değiştirmeye çalışan kadın hakları örgütleri ve feminist hareketin, siyasi partiler ve parlamenter siyasette yer alan kadınlar arasında köprü kurması ve bunların birbirlerinden beslenecekleri iletişim kanallarını çoğaltmaları siyasette kadın katılımını arttırmak ve kadınların alanını genişletmek için hayati önemdedir.
Türkiye’de KADIN PARTİSİ
Bu noktada sözü 26.06.2014 tarihinde ülkemizde KADIN PARTİSİ’ni kurarak çok önemli bir ilki gerçekleştiren değerli dostum BENAL YAZGAN’a getirmek istedim.
Kendisi KA-DER (KADIN ADAYLARI DESTEKLEME DERNEĞİ)’nin Kadıköy’deki şubesinde Yönetim Kurulu Üyesi olarak çalıştığım yıllarda, benim başkanımdı. Şimdi de hukuk okuyarak meslektaşım oldu.
Fakat kendisi ile 05.02.2020 günü yaptığım röportajı bu makalenin içine yedirmek yerine; ayrı bir makale şeklinde yayınlamayı uygun bulduğumdan, KADIN PARTİSİ’NİN KURUCUSU BENAL YAZGAN RÖPORTAJI’nı, diğer makalelerim arasında bulabilirsiniz.
‘Kişisel Olan Politiktir’ Ne Demektir?
Feministlerin, Siyaseti nasıl anlamak gerekir? sorusuna getirdiği en önemli şey “kişisel olan politiktir” önermesidir. “Kişisel olan politiktir” düşüncesi, 1960’larda ortaya çıkan ve II. Dalga Feminizm olarak adlandırılan feminist hareketin ortaya attığı bir düşüncedir.
Nasıl ki I. Dalga Feminizm kadınların eşitlik talebinin sesiydi, II. Dalga Feminizm de her alanda bir özgürlük talebidir. Feministler 1960’lara gelindiğinde, mücadelelerinin yönünü kamusal alandaki eşitliğin ötesine; yani ailede ve cinsellikte kadınların özgürleşmesine çevirmişlerdir; çünkü ‘kişisel olan’, toplumsal ve siyasi yapı ile bu yapılardaki eşitsizliklerden beslenmektedir!
Kişisel olan politiktir önermesi, aile ilişkileri ve kadının ev içi emeği gibi özel alana ilişkin gibi görülen alanların da, güç mücadelesinden ve hiyerarşik ilişkilerden bağımsız olmadığının altını çizer.
Dolayısıyla, eğer evde, ailede, aşk ilişkisinde ve evlilikte güç ve iktidar, hiyerarşik ilişkiler ve eşitsiz bölüşüm varsa o zaman siyaset vardır; YANİ ASLINDA AİLE, EVLİLİK VE AŞK BİLE POLİTİKTİR!
Böylelikle feministler, kişisel ya da mahrem sayılan, politikanın dışında görülen, özel alana ilişkin olduğu düşünülen alanların ve ilişkilerin de siyasetin ve kamusal tartışmanın bir parçası olması gerektiğini savunurlar. Bu şu anlama gelir:
Örneğin, kadına karşı aile içi şiddet kişisel ya da özel bir sorun olarak görülemez; çünkü aslında aile içinde erkeğin kadına uyguladığı şiddet, kadın ve erkek arasındaki toplumsal eşitsizlikten beslenir, tam da oradan doğar.
Yani, kişisel olarak karşı karşıya kaldığımız eşitsizlik, toplumsal ve yapısal eşitsizliklere dayanır. Bu nedenle, kadının karşı karşıya kaldığı şiddet, politik bir mesele olarak ele alınmalı, tartışılmalı ve siyasetin konusu olarak görülmelidir.
Tüm bunlardan görüleceği gibi, feministlerin klasik siyaset anlayışına yaptıkları müdahale, aynı zamanda, bu anlayışların temelini oluşturan özel-kamusal alan ayrımına da müdahaledir.
‘Özel ve Kamusal Alan Ayrımı’ Nedir?
Peki, nedir özel ve kamusal alan ayrımı? Ve feministler tarafından neden eleştirilmiştir?
İçinde yaşadığımız modern toplumlar, bu ayrımın üzerinde şekillenmiş olup; özel-kamusal alan ayrımı, toplumsal ilişkilerin, temel 2 alana ayrıldığını kabul eder:
Özel alan, devlet kontrol ve idaresinden görece bağımsız olan ev ve aile gibi kişisel ve yakın ilişkilerin yaşandığı alana işaret ederken; kamusal alan, kişilerin iş ilişkileri ya da politik eylemleri gibi toplumla ilişkili etkinliklerini kapsayan, devletin kontrol ve idaresi altındaki alandır.
Yasaların yapılıp politik ilkelerin belirlendiği siyaset alanı kamusal alan olduğundan, feministler bu ayrımın, kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizliklerin üzerini örttüğünü savunur.
Bir başka deyişle, özel alana müdahale etmeme prensibine dayanan liberal devlet, özel alanı siyasetten arındırılmış bir alan olarak varsaymakta ve hanedeki erkek egemenliğini görmezden gelmektedir.
Yani, kamusal-özel alan ayrımı, patriarkal sistemi meşrulaştırmaktadır!
Hal böyle olunca, liberal demokrasiler tüm eşitlik ve özgürlük vaatlerine rağmen, özel alandaki eşitsizlikleri yok saydıkları ve (görseler bile) sorunlarını tartışmadıkları için, vaatlerinin çok uzağına düşmekte ve kadınlara sağladıkları kamusal haklar da, bu eşitsizliklerin gölgesinde kalmaktadır.
London Economics School (Londra Ekonomi Okulu)’da ‘Politika ve Toplumsal Cinsiyet Profesörü’ olan Anne Phillips, bu durumu şöyle anlatmaktadır:
Feministler için, özel alanın doğasının araştırılmaması bir eksikliktir; çünkü kadınlar ve erkekler aynı derecede özerk ve özgür değillerdir. Aynen sosyalistlerin, sınıf eşitsizliğinin, sözde politik eşitliği nasıl bozduğunu vurguladıkları gibi, feministler de evlilik ve hanedeki eşitsizliğin, eşit politik hakları nasıl anlamsızlaştırdığını vurgulamışlardır. Bunun pratik sonuçları biraz basit olabilir:
Örneğin kadının politik yaşama katılma olanağını erkeklerle eşitlemek için, daha fazla çocuk yuvalarının açılması gibi.
Ama bu tartışmanın büyük bölümü, kamusal ile özel alan arasındaki liberal ayrım, sabırla, eril (erkek) kalmaya devam eden bir birey versiyonu sunduğu için, daha çok kavramsal düzeyde bir meydan okumadan ibaret kalmaktadır.
Belirtmek gerekir ki, feministler özel-kamusal alan itirazını dile getirirken, “Özel-kamusal alan ayrımı bütünüyle ortadan kalksın ya da özel alan ve mahrem gibi kavramlar gereksizdir” gibi bir iddiada bulunmamaktadırlar.
Feministlerin amaçladığı, bu ayrımı mutlak kılmayarak; alanların belirli cinsiyet rolleriyle özdeşleştirilmemesini (kamusal=erkek; özel=kadın gibi) ve özel alana ilişkin eşitsizlik ve adaletsizliklerin üstünün örtülmemesini sağlayacak yeni kavramsallaştırmalara ulaşmaktır.
Bir başka deyişle, daha fazla alanda, daha fazla katılım ve kamusal tartışma isteyen feminist politika, “demokrasinin çerçevesini ve ilgili olduğu durumları, gündelik yaşamımızın her köşesine uyacak şekilde genişletir”.
1960’larda II. Dalga Feminizm ile ortaya çıkan ve feminizmin belli başlı önermelerinden biri olan kişisel olan politiktir önermesi, sonraki yıllarda siyasetin çok daha geniş ve çok katmanlı olarak anlaşılmasına da kapı açmıştır.
60’ları izleyen yıllarda ortaya çıkan yeni feminist akım ve düşünürler ise, II. Dalga feministlerin dikkati çekmeye çalıştığı aile ve kadına karşı şiddet gibi alanların ötesine geçerek, iktidarın her tür tezahürünü siyasal olanla ilişkilendiren bir görüşü benimsemişlerdir.
Günümüzde Judith Butler gibi feminist kuramcıların başını çektiği bu bakış açısı, gündelik dil ve beden pratiklerini de siyasi ve dolayısıyla feminist mücadelenin konusu haline getirerek, siyasete feminist müdahalenin alanını daha da genişletmiştir.05.02.2020
Sosyolog Av. Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ
(2) KADINLARIN TARİHİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET
I.
20. yüzyıldan itibaren tarih, geçmiş olayları eleştirel bir süzgeçten geçirerek yazılmaktadır. Daha eskilerde ise, tarih, ‘vakanüvis’lerin olayları edebi bir dille kayıt altına almasıyla yazılmış olurdu.
Genellikle diplomat, komutan ve devlet adamı olan vakanüvisler, sıradan insan olmayıp, kral ve padişah gibi iktidar sahipleri tarafından seçilip; çoğunlukla savaşlar hakkında yazı yazmaları için görevlendirilir ve böylece tarih, tamamı erkeklerden seçili bu görevliler tarafından (ferman, vergi kaydı, devletlerarası anlaşma ve kitabe gibi birtakım belgelerde) yorumu ile yazılmış olurdu.
İşte bu tarihi belgelerde de, sadece erkeklerden bahsedilir -o da vergi verdikleri, askere alındıkları ya da isyan ettikleri müddetçe!- ama kadın, çocuk, yaşlı ve sıradan halkın esamesi bile okunmazdı.
Çok ilginçtir ama, 1970’lere kadar, tarihçilerin de sosyal bilimcilerin de aklına kadınların bu tarihi belgelerde niçin yer almadıklarını düşünmek gelmedi. Ancak 70’lerdeki kadın hareketi ile birlikte, kadının geçmişteki varlığı ve resimdeki eksik öğeler, sorgulanmaya başlandı. Ve böylece, kadınların, geçmişte de yaşadıkları; toplumsal ve ekonomik hayatta olduğu kadar hukuk sisteminde de aktif olarak yer aldıkları, hatta politik mücadeleler verdikleri, yani kadınların geçmişteki varlığı göz önüne serildi. Bu şekilde, şifacı, matematikçi, öğretmen ve yazarlardan oluşan isimsiz kadın öncüler yüz üstüne çıkarıldı
Bu çalışmalar, kadınların yaşamın her alanında, erkeklerle eşit haklara sahip olması için mücadele eden ve ‘Birinci Dalga’ olarak adlandırılan kadın hareketinin organik bir parçası oldu.
Pekiyi, bu çalışmalar eksiksiz miydi? Tabii ki hayır!
Çünkü bu çalışmalar, kadınların tarihi belgelerden neden uzun süre dışlandığı sorusuna cevap veremedi. Yani, kadınlar tarihte önemli şeyler yapmışlarsa eğer, neden bunun asırlardır bize aktarılmadığı halen bilinememektedir.
Ayrıca; bu çalışmalarda ‘kadın’ kavramı elit, iktidar sahibi, yani yönetici sınıftan kadınlarla eşanlamlı kullanılmış olduğundan; ‘kadınlık’ kavramında sınıfsal, etnik ve kültürel farklılık bulunduğu ve bunun, kadınlar arasında eşitsizlik ve hiyerarşiye yol açtığı göz ardı edildiğinden, bu da bir eksiklik olarak görülebilir.
II.
Tarihsel metinlerde, erkeklik akıl, güç, kültür ve cesaret gibi değerlerle özdeşleştirilirken; kadınlığın ise duygusallık, şefkat, zayıflık -kimi zaman da entrika- gibi çoğunlukla negatif değerlerle ilişkilendirildiği de gözden kaçmamaktadır.
Dahası, günümüzde kadın olmakla neredeyse eş anlamlı kullanılan ‘annelik ve sevgi doluluk’ gibi kavramların, kapitalizm sonrası ortaya çıkan ‘çekirdek aile’nin ürünü olduğu, örneğin kapitalizm öncesi tarım toplumlarında kadınlardan ‘şefkatli anne’ olmalarının beklenmediği; o zamanlar anne-çocuk ilişkisinin günümüzdekinden oldukça farklı olduğu da, 70 sonrası araştırmalarda göz ardı edilen diğer hususlardandır.
O yüzden kadınları görünür kılma çabası, kadınlık ve erkekliğe tarihte yüklenen anlam ve değerler sorgulanmadığı zaman eksik kalır.
III.
Her ne kadar kadınların tarihteki eser, deneyim ve seslerini arşivlerden bulup çıkartmak, çok değerli bir çaba olsa da, 1970 sonrası araştırmalardaki eksikliklerin başlıca nedeni, tarihsel metinlerdeki kadın boşluğu doldurulurken, geçmiş anlatıların fazlaca sorgulanmayıp, var olan anlatılara sadece kadınların eklenmiş olmasıdır.
Oysa farklı bir tarihçilik için, kadınları tarihsel anlatıya monte etmek yerine, anlatının kendisini köklü şekilde değiştirmek gerekmektedir! Kadın tarihçi Joan Wallach Scott (dğ.1941), bunu ‘kadın tarihçiliği’nden ‘toplumsal cinsiyet tarihçiliği’ne geçilmesi gerektiği şeklinde yorumlar.
Bilindiği gibi, toplumsal cinsiyet kavramı, kadınlık ve erkekliğin sadece fiziksel (biyolojik) bir farklılığa dayanmadığına; bir dizi tarihsel ve toplumsal ilişkiyi barındırdığına işaret eder. Kısacası, kadın ve erkek insanlığın başından itibaren fiziksel olarak pek az değişmiş olsa da, kadın- erkek arasındaki ilişki, kadınlık ve erkekliğe yüklenen anlamlar ile kadın ve erkeğin toplumsal rolleri, tarih boyunca bir kültürden diğerine muazzam değişiklik göstermiştir.
Toplumsal cinsiyet kavramı kadın ya da erkek olmanın, sadece bedensel bir konu olmadığını; cinsiyetlere yüklenen anlamların, toplumsal bir gösterge ile şekillendiğini anlatır. Bu kavram sadece kadın-erkek arasındaki gündelik ilişkileri ifade etmez; tersine tüm düşünce sistematiğimizi de şekillendirdiği için, toplumsal göstergeler, bir toplumda kadın ve erkek arasındaki iktidar ilişkilerinin nasıl yaşanacağını ve yaşananların nasıl anlamlandırılacağını da belirler.
IV.
Nasıl ki, her roman yazarı ilk önce kendi hayatını roman yapmak isterse, her tarihçi de ilk önce kendi tarihini araştırmaya meyillidir.
Tarihimizdeki ‘Osmanlı kadını’ndan ilk söz eden tarihçilerin (Ahmet Refik Altınay, Çağatay Uluçay, Pars Tuğlacı vs) metinlerinde, valide sultanlar, haremdeki kadınlar ve cariyeler gibi saraydaki kadınlar görünür kılınmaya çalışılmıştır. O nedenle, bu araştırmalarda sıradan kadın ele alınmadığı için, ilk metinlerde ‘kadın tarihçiliği’nin tam olarak şekillenmediğini söylemek zorundayız.
Çok enteresandır ki, ,kadın tarihçiliğinin önünü açan ve sıradan kadınları ,görünür kılan esas çalışmalar, feministliğin yakınından bile geçmemiş (hatta kadın bile olmayan) tarihçiler tarafından yapılmıştır:
Örneğin, Ronald Jennings (1975) ve Haim Gerber (1988), kadı sicilleri ve hukuk üzerine araştırma yaparken, Osmanlı kadınlarını görünür kılan öncü çalışmalara imza atmışlardır.
Sözkonusu araştırmalar, kadınların kadı mahkemelerinde ve dolayısıyla toplumsal ve ekonomik hayat içinde, sanıldığından çok daha aktif (davacı, sanık, tanık olarak) rol aldıklarını; hatta sadece gayrimüslim değil, Müslüman kadınların da hukuk sistemini gayet etkili şekilde kullandıklarını göstermiştir.
Donald Quataert’in (1991) Osmanlı imalat sektörü üzerine yaptığı araştırma sonuncunda da, kadınların o dönemlerde ekonomik hayatta, zannedildiğinden çok daha aktif rol aldığı ortaya çıkmıştır.
Bu çalışmalar -feminist amaç taşımadıkları halde- Osmanlıda kadınların hukuk sisteminde, ekonomik hayatta ve gündelik hayatın içinde, sanıldığından daha fazla yer aldığını ve kadınları sadece evle özdeşleştiren oryantalist yaklaşımın yanlış olduğunu ispatlamıştır.
V.
Istanbul’da 1989 yılında kurulan ‘Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi’ (www.kadıneserleri.org) kadınların kendilerine özgür bir gelecek inşa etmeleri şiarıyla büyük annelerinin geçmişteki izlerini sürüp, onları görünür ve duyulur kılmak amacıyla topladığı malzemeleri kadın tarihi araştırmacılarına sunarak, çok önemli bir hizmet vermektedir; çünkü geçmişi geri almadan yeni bir gelecek yaratmak mümkün değildir.
Bu sayede (Aile, Hanım, Kadın, Türk Kadını, Hanımlara Mahsus Gazete, Kadın Yolu, Kadınlar Dünyası vs gibi eski harfle basılmış kadın dergileri, kütüphane tarafından Latin alfabesine aktarılıp yayımlanarak) 1990’lardan itibaren, Osmanlıdaki kadın hikayeleri aydınlığa çıkmaya başlamış ve kadınların, Osmanlı tarihinin öznesi oldukları açığa çıkmıştır.
Betül İpşirli Argıt’ın Osmanlı sultanları, cariyeler ve saraylı kadınlar hakkında yazdığı “Rabia Gülnuş Emetullah Valide Sultan” kitabı (2014); Prof. Eric R. Dursteler’in “Dönme Kadınlar: Toplumsal Cinsiyet, Kimlik ve Sınırlar” ve “Istanbul’daki Venedikliler” isimli kitapları (2013) gibi yakın dönem çalışmaları, Osmanlıda kadın deneyimine vurgu yapmıştır.
Ayşe Durakbaşa (2000) ve Yaprak Zihnioğlu (2003) gibi araştırmacılar sayesinde de, saraylı kadınların yanısıra, Halide Edip, Fatma Aliye, Emine Semiye gibi Osmanlının önde gelen kadınları, ya da Nezihe Muhiddin gibi Cumhuriyetin ilk dönemindeki kadın figürleri hakkında artık çok daha fazla şey bilinmektedir (www.kadineserleri.org/default.asp) .
VI.
Bu hikayelerden biri de, ilkokul arkadaşım Funda Kocadağ Salciccia’nın annesinin babaannesi GÜLİSTAN İSMET’tir (bkz. aşağıda Kaynakça 4. – Yazan Melike Karabacak):
“Osmanlı kadın hareketinin öncüsü kadınlar genelde üst sınıf bir aileye mensupturlar. Ya aydın fikirli babalarının ya da eşlerinin desteğiyle eğitim görmüşlerdir. Bazılarının evde özel eğitim aldığını bildiğimiz bu kadınların bir kısmı da yabancı okullarında tahsil görmüşlerdir. Almış oldukları eğitimin niteliği, Osmanlı kadın hareketini anlamak için önemlidir. Çağının feminist akımlarını bir şekilde yakalayan kadınların yabancı okullarında bu yönde bir telkine uğradıkları açıktır. Buna göre kocasının arkasında değil yanında duran, çocuklarını sadece doğurmakla kalmayıp onların eğitimini üstlenebilen, ev idaresinden, ev ekonomisinden anlayan, kamusal yaşama katılmaya hazır ve hatta siyasete katılabilecek kadar donanıma sahip kadınlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Dil öğreniminde başarılı olabilen kadınlar, dönemin erkekleri gibi yabancı kaynakları takip edip bunlardan etkilenmişlerdir. Böylelikle İmparatorluğun dönüm noktası olan Jön Türk devriminde de inkar edilemez bir paya ortak olmuşlardır.
Gülistan İsmet, döneminin önemli kadınlarından biridir. II. Abdülhamit döneminde Amerikan Kız Koleji’nden mezun olan ilk Müslüman Türk kadınıdır. Aldığı eğitim, çok iyi derecede yabancı dil öğrenmesine, bilimsel düşünceye inancına ve kadın bilincinin gelişmesine etkili olmuştur. Yazılarında genel sağlık, ev idaresi gibi konulardan başka, dünyadan örnekler vererek kadın hareketi konusunda da okuyucularını bilinçlendirmeye çalışmıştır. Ayrıca çok sayıda çevirileri yayınlanmıştır.
II. Meşrutiyet’in ilanından önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde aktif bir üye olarak çalışmış ve siyasi alanda kendini göstermiştir. Kadın araştırmalarında karşımıza sıklıkla çıkan “kaynak kıtlığı” sorunu, bu çalışmada da sürekli olarak kendini hatırlatmıştır.
Gülistan İsmet’in yaşamı ve ailesi ile ilgili bize en fazla bilgi sağlayan kaynak, Amerikan Kız Koleji müdiresi Marry Miles Patrick’in anıları; ikinci önemli kaynak ise kendisinin “Hanımlara Mahsus Gazete”de kaleme aldığı yazılarıdır. Gülistan İsmet’in annesi Hüsnügül Hanım, Sultan Abdülaziz’in sarayından çıkma Çerkez asıllı bir cariyedir. Dr. Patrick, ilginç bir tesadüf olarak değerlendirdiği bu duruma eserinde geniş yer vermiştir:
O zamanlar daha yedi yaşında olan Gülistan’ın annesi, Rusya’dan amcası tarafından Sultan’a satılmak üzere Türk sarayına getirilmişti. Güney Rusya’daki Çerkezler, o zamanlar kızlarının Türk İmparatorluğunun hükümdarları tarafından saraylarına alınmasını bir onur sayarlardı. Bu özel durumda Sultan’ın baş doktoru satışın detaylarıyla ilgilendi ve çocuğu Sultan’a bir hediye olarak sundu. Sultan’ın sarayına giren her Çerkeze yeni bir isim verilirdi ve teşrifat görevlilerini etkilediği için bu genç kıza Hüsnügül dendi. Bu isim herhalde sağlıklı pembe yanakları, açık teni, simetrik hatları ve kıvırcık saçı olduğu için ona verildi.
Bu kızlara her ne kadar köle dense de, ölümlülerin en mutlu olanlarıydı. Saray hayatı, ev hayatı gibi düzenlenmişti:
Her yeni gelene, onunla ilgilenecek ve askeri disipline benzer bir saray disiplini verecek büyük bir abla verilirdi. İtaat ve temizliğe önem verilirdi ve deneyimli kadınlar teftişte bulunurlardı. Kızlar iyi beslenir ve güzel giyinirlerdi ve de sınıflarına göre gelir elde ederlerdi.
Bu kızlar olgun yaşa ulaştıklarında, daha farklı bir yerde olmak istediklerinde veya bir şekilde memnun değil iseler, dini tören arifesinde Sultan’ın odasına bir azat dilekçesi koyarlardı ve Sultan onu okuyup, ‘Seni azat ediyorum!’ derdi.
İyi karakteri sayesinde Hüsnügül, sözde annesi Canfeza’nın özel sevgisini kazanmıştı. Yine de birkaç yıl sonra, genç kızlık döneminde Hüsnügül dilekçe verenlerden biri oldu! Geniş saray ailesinden ayrılması, arkadaşları arasında heyecana sebep oldu ve saray annesi, ona gözyaşı ve hayır dualarıyla veda etti. Kurallara göre, azat edilmiş ve evli bir kölenin evine kendisi evlenene kadar kalmak üzere gönderilmiş idi. Saraydan azat edilen kızlara rağbet çoktu. Çünkü saray eğitimi büyük bir avantaj olarak görülürdü ve Çerkezler seven, sadık eş olurlardı.
Gülistan İsmet’in babası Binbaşı Mehmet Tevfik, Bağdatlı bir şeyhin oğludur. Babasının ölümü üzerine, Tevfik Bey, okumak maksadıyla İstanbul’a gelir. Birkaç yıl sonra askeri hizmete girer. Subay olunca, Gülistan’ın annesi Hüsnügül ile evlenir. Tevfik Bey, kızı doğduğunda pek çok babanın aksine, erkek değil kız çocuğu sahibi olmaktan memnuniyet duymuştur. Gülistan İsmet, Amerikan Kız Koleji’nin orta kısmından 1890 yılının Haziran ayında mezun olmayı başarmış ilk Müslüman Türk kızıdır.
Kapitülasyonlardan, yapılan anlaşmalardan, diğer azınlık ve yabancı okullar örneğinden yola çıkarak kuruluş gerekçesini temellendiren misyoner okullarından biri Amerikan Kız Koleji’dir. 1869 yılında Maarif Nizamnamesi’nin hazırlanması ile bu okullar, denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Bu denetimlere karşı misyonerler “Faaliyetlerimize set çekiyorlar” diyerek karşı koyduklarından, hükümet tarafından yapılan denetleme ve sınırlamalar beklenen sonucu verememiştir. Devlet bu okullara bir önlem olarak Müslüman Türk çocuklarının gitmesini yasaklamanın ötesinde çok bir şey yapamamıştır.
Abdülhamit döneminin istibdat ile birlikte anılmasına rağmen bu dönemde eğitim alanında ilerlemeler yaşanmıştır. Kadınlar ise, aynı dönemde din eğitimi sınırları içinde tutulmaya çalışılmışlardır. Otuz iki yıl boyunca Türk öğrenci alınması yasaklanan kolej, ancak 1895 yılında II. Abdülhamit’ten bir ‘irade’ alarak yasal olarak tanınmıştır.Ve II. Meşrutiyet’in ilanından sonra önemli mevkideki pek çok kişi kızlarını bu okula göndermişlerdir.
Dr. Patrick’in ‘uzlaşmazlık ve mutsuzluğun hakim olduğu bir atmosfer’ olarak tanımladığı Abdülhamit döneminde, dışarıda hakim olan yasaklamalara rağmen okul kendi bünyesinde gelişmeye devam etmiştir. II. Abdülhamit döneminde kolejde çok az sayıda Türk kızı bulunabilmiştir. Gülistan İsmet’ten önce de okula başlayanlar olmuş fakat kısa sürede ayrılmak zorunda kalmıştırlar. Dr. Patrick bununla ilgili tanıklığını şöyle anlatır:
“Esasen eğitim ile ilgili kaygılara sahip çok küçük bir grup vardı, bunlar okul açıldıktan birkaç gün sonra okula başlarlar ve dışarıya kalabalığın olmadığı bir zamanda kaçarlar, ziyaretçilerden korunurlardı ve bu durumun hafiyeler tarafından işitilmemesi ümit edilirdi.
Bir keresinde iki aristokrat çocuk, bir haftalık hazırlık okulundayken, Sultan onların babalarına birer haber göndererek bir ‘Gavur’ okuluna gitmeyi hiç de gerekli bulmadığını ve bunun kızlar için arzu edilir bir şey olmadığını bildirmiştir. Bunun üzerine bir kahya, sarı renkli at arabasıyla geldi ve ağlamaklı iki küçük kızı götürdü.”
Gülistan İsmet’in kolejden mezun olmasından önce, okulda başka Müslüman öğrencilerin de bulunduğu, Caroline Borden’in 1889’a kadar tuttuğu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Borden, okulda on altı tane oldukça küçük yaşta Müslüman kızın bulunduğunu, fakat hükümetin yasağından ötürü çok kısa bir süre kalabildiklerini kayıtlarına işlemiştir.
Bu güçlüklere ve tehlikelere karşılık Gülistan İsmet diplomasını almayı başarabilmiştir. Bunda Tevfik Bey’in büyük özverisi şüphesiz etkin olmuştur. Tevfik Bey, bir ülkenin gelişmesinde kadınların eğitimli olmasının önemine inanan bir babadır. Kızını bir Amerikan okuluna vermeye karar verdiğinde ciddi bir muhalefetle karşılaşmıştır. Kadının eğitiminin dahi ihtilaflı olduğu bir dönemde kızını üstüne üstlük bir Hıristiyan okuluna göndermek oldukça radikal bir davranıştır.
Karara karşı olanlardan biri şöyle der:
“Bir kıza okuma yazma öğretmenin faydası ne? Bab-ı Ali’de katip mi olacak?”.
Başka biri ise şöyle tavsiyede bulunur:
“Namaz surelerinin öğretilmesi fazlasıyla yeterlidir.”
Bazıları da alay etmiştir:
“Evet ona yazmayı öğret, o da bunu, aşk mektubu yazmak gibi kötü amaçlar için kullansın!”
Tüm bu karşı koyuşlara Tevfik Bey büyük bir kararlılıkla ve inançla cevap vermiştir. Tevfik Bey’in iki kızını da okutmayı düşünmeyen bir Paşaya şöyle söylediği bilinir:
“Eğer kızlarını okula gönderirsen, bütün dünyayı fethetmekten bile daha fazla hizmet vermiş olursun!”.
Anlaşıldığı üzere Binbaşı Tevfik Bey, kolejde beklentilerine karşılık bulabilmiştir. Onun bu hoşnutluğu mezuniyet töreninde müdirenin odasına giderek teşekkür etmesine yol açmıştır.
Odasında tören için hazırlanmakta olan Dr. Patrick, kapının çalınışından sonra içeriye giren binbaşıyı görünce şaşırır. Tevfik Bey:
“Okul binasına geçmeden önce bir dakikalığına sizi görüp bizim için yaptığınız her şey için teşekkür etmek istedim” derken yüzü ışıldamaktadır.
Kızının eğitimi için pek çok tehlikeyi göze alan Tevfik Bey, radikal düşünceleri için cezalandırıldığı sürgünde hayatını kaybetmiştir.
Gülistan İsmet’in zorlu ve maceralı kolej yaşantısında kendisiyle birlikte idarecilerin yaşadığı bir teftiş “Under Five Sultans” isimli kitapta şöyle anlatılmıştır:
“Bir gün saraydan görevliler, okulu incelemek için habersiz çıkageldiler. O zaman Gülistan İsmet bizim tek Türk öğrencimizdi. Babasını zaten daha önceden tecrübe ettiği sıkıntılardan korumak için, Gülistan’ı öğretmenlerinden birinin odasına gönderdik.
Ayrıca yetkililerin burayı daha önceden görmek istemeyeceklerine dair önlem aldık. Fakat küçük bir mütalaa bize bir kız okulunda bir kütüphane olacağının onların akıllarından bile geçmeyeceğini gösterdi. Ziyaretçileri okulun eğitime ayrılmış bölümüne aldık, araziyi gezdirdik ve daha sonra kahve için onları resim odasına aldık. Görünüşe göre ziyaretlerinden tatmin olmuşlardı. Dostça oldukları gayet açıktı ve bir şeyleri rapor etmek için kuruntulu değillerdi.
Ama itiraf etmeliyim ki; kibar selamlarıyla kapıdan çıktıktan sonra çok daha rahat nefes aldık.”
1890 senesinde Amerikan Kız Koleji’nden beş öğrenci mezun olmuştur. Okulun idarecilerine göre bu mezuniyet yılının öncekilerden en büyük farkı, ülkenin egemen unsuru olan Türklerden bir kızın mezun olmasıdır. Müdirenin deyimiyle “İsmi gibi kendi de tatlı ve alımlı olan bu genç bayan sahip olduğu karakter ve becerisiyle okuluna onur vermiştir. Diploma töreninde sayıları dört yüzü bulan seyirciler arasında hükümetin Maarif Nazırı Münif Paşa gibi mutad temsilcileri ile diplomatik çevreler de bulunmaktadır.”
Mezuniyet gününde Gülistan İsmet’in “Anlayış Kabiliyetinin Tasviri” başlıklı makalesi bir sınıf arkadaşı tarafından okunmuş ve günün en iyi makalesi seçilmiştir. Söylenene göre Sultan Abdülhamit, Gülistan İsmet’in makalesini okumuş ve Maarif Umum Müdürü’ne “Bu okulda neler öğretiliyor, gör!” demiştir.
Mezuniyet töreninde Gülistan İsmet diğer mezunlar arasına katılamamıştır. Annesiyle birlikte seyirciler arasında peçesiyle oturmuş, diplomasını almak için dahi kürsüye gidememiştir. Belgesi diğer izleyicilerin başları üzerinden uzatılarak kendisine ulaştırılmıştır. Bu durum meraklı bakışlar arasında kısa süreliğine de olsa heyecanlı ve gergin bir atmosfere sebebiyet vermiştir. Ama Gülistan İsmet, Sultan’ın karşı koyuşuna rağmen okula devam edip, diplomasını almıştır.
Bu dönemde Müslüman bir kadının cemiyetin karşısına peçesiz çıkması yasaktır.
Kaldı ki; Türklerin Jeanne d’ Arc’ı olarak bilinen Halide Edip dahi, 1914 yılında bile peçesiz ve diğer konuşmacılar ile birlikte sahnede yer almaya çekinmiştir. Gülistan İsmet bu davranışıyla usçu bir tavır sergilemiştir.
Gülistan İsmet, kolejin orta kısmından mezun olduktan sonra eğitimine özel olarak devam etmiştir. Amerikan Kız Koleji’nin müfredatında müzik öğretimi her zaman önemli bir yer tutmuştur. Burada aldığı müzik eğitimine İngiltere’de devam etmiştir.
Dönemin çok da elverişli olmayan şartlarına rağmen kızların eğitimi konusunu ilk kez gündeme getiren Maarif Nazırı Münif Paşa’dır. Bakanlığı esnasında bu konuyla ilgili ilk girişimi, 1880 tarihinde İstanbul’da Bab-ı Ali caddesinde kiralık bir konakta idadi (ortaokul) seviyesinde eğitim veren bir okul açmak olmuştur.
Amerikan Kız Koleji, yakın doğudaki kızların kültürünü yükseltmek iddiasıyla kurulmuştur. Kolej, Amerikan misyoner eğitiminin çift yönlü sistemi içinde laik kanatta yer almaktadır. Kendi bünyesinde de çok etnik bir öğrenci topluluğunu barındıran Amerikan Kız Koleji, herhangi bir mezhebin okulu değildir. Kadınların eğitiminin gerekliliği, kamusal yaşama katılmaları, erkeklerle eşit haklara sahip olmaları gibi idealler öğrencilere salık verilmiştir. Bu öğrenci kızlar, ileride eş ve anne olduklarında çocuk yetiştireceklerdir. İyi bir eş ve anne olma, dünya konjonktüründe kadın hareketinin de idealidir.
Bu tanımdan yola çıkarak Kolej’in özelde Gülistan İsmet’te, genelde ise Osmanlı toplumunda yaratmış olduğu etkiyi tahmin etmek kolaylaşır. Amerika’ da ilk feminist yüksek öğrenim okulu olan Vassar College’in başlangıcından on yıl gibi kısa bir süre sonra açılan Amerikan Kız Koleji, Amerika’da dahi oldukça radikal bulunan feminist fikirlerin, son derece kapalı olan Osmanlı toplumuna girip tartışılmasına zemin hazırlamıştır.
Kolej’de eğitimle birlikte belli bir bilinç ve yaşam tarzı öğreniliyordu. Diğer katı kurallı Katolik okullarından farklı olan Anglosakson kökenli bu okulda, öğrenciler daha çok örnek alma yoluyla, diğer Hıristiyan kadınlardan etkileniyorlardı:
“Bir Hıristiyan evinde evin hanımı, bir oyuncak, ağır işçi, köle değil; bir eş ve yoldaş idi. Çift, birlikte masaya oturur, konuşur, okur, çalışır ve yürürdü. Evde kadın sadece çocuğu dünyaya getirmekle kalmaz onun eğitimiyle de ilgilenirdi”.
Kolej’in ilerleyen zamanlarda önemli etkilerinden biri, 1892’de Öğrenci Yönetim Derneği’nin kurulmasıyla öğrencilere politik katılım pratiği kazandırmış olmasıdır. Bu gelişme Türkiye’de ve Balkan yarımadasının birçok yerinde kadınların oy hakkı için mücadele etmesinde önemli etken oluşturmuştur.
Gülistan İsmet, Meclis-i Mebusan’da başkatiplik yapmış olan Mustafa Asım Bey ile 1897 yılında evlenmiştir. Bu evlilik, zamanının koşullarında hem Amerikan beklentilerine hem de Osmanlı toplumunun Kolej mezunlarıyla ilgili önyargılarına tezat düşmektedir. Şöyle ki, The New York Times’ın Kolej mezunlarıyla ilgili yaptığı 12 Mart 1899 tarihli haberde:
” … bir Müslüman kadın öğretmenlik yapmakta ve İstanbul’ da Türkçe yayın yapan bir kadın dergisi için çeviriler hazırlamaktadır” denilmektedir.
Müslüman, öğretmen ve bir kadın dergisinde çeviri yapma sıfatları ile, bizce Gülistan Hanım’dan bahseden bu yazıda esas dikkat çeken, haberin devamında yazılan şu satırlardır:
“Pek çok mezun gibi o da evlenmiştir. Bu da gösteriyor ki; doğuda bir kolej eğitimi bile kadınların evlilik bağı kurmasına engel olamamıştır”
Bu şekilde feminizmin, kadının kendi ayakları üzerinde durabilmesinin ve hayatı ille de bir erkek ile omuzlamasına gerek olmadığı savının, doğu toplumunda yer bulamaması eleştirilmiştir.
Diğer yandan Osmanlı toplumunda bir Hıristiyan okulu olan Kolej’den mezun kızların, milli benliklerinden ve geleneklerinden uzaklaştıkları ve evlilik kurumunun karşısında yer aldıkları gibi bir kanı hakimdir. Bu durum bazı çevrelerce eleştirilmiştir. Şu durumda Gülistan İsmet, Müfide Ferit’in, Amerikan Kız Koleji ve mezunlarını tenkit ettiği “Pervaneler” romanında “erkek düşmanı”, “Türklükten sıyrılmış”, “evliliğe uzak” karakterler olarak betimlediği kolej mezunu kız tipine de uymamaktadır.
Bu durum, batılılaşma yolunda yaşanan ikiliklerin sosyal hayata yansımasının bir örneği gibi görünmektedir. Osmanlı toplumunda genel bir varsayımla iyi bir eğitimden geçmiş bir kadınla evlenmek çok da tercih edilen bir durum değildir. Hatta öyle ki; kızının yüksek eğitim almasını, evlenmesine mani olarak gören babalar vardır.
Fakat Gülistan Hanım, Asım Bey ile evlendiğinde eşi onun eğitimli zekasından hoşnut kalmıştır. Asım Bey ondan İngilizce• öğrenmiş, edebi çalışmaları konusunda Gülistan Hanım’ı cesaretlendirmiş ve Amerikan eğitimine büyük hayranlık duymuştur.
I. Dünya Savaşı sonrası dönemde, Asım Bey İstanbul Emniyet Müdürlüğü yapmıştır. Dr. Patrick, mezunları olan Halide Edib ve Gülistan İsmet’in önemli mevkilerde kişilerle evli olmasını, ‘Kolej’in devletin yüksek kademelerinde yakınları var’ şeklinde yorumlamakta ve eşlerine, kariyerlerinde yardımcı olmalarından gururla bahsetmektedir.
Bu arada, II. Meşrutiyet’in ilanından önce de, İttihat ve Terakki Cemiyet’inin Selanik’de bir Kadınlar Devrim Komitesi vardır. Ömer Sami Coşar’ın aktardığına göre, Meşrutiyet’in ilan edildiği sırada cemiyetin Selanik ve diğer merkezlerinde kırk kadın üyesi bulunmaktadır. Halide Edip, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tek kadın üyesi olarak Emine Semiye Hanım’ı göstermektedir. Fakat anlaşılan, bu tek ismin ötesinde daha pek çok kadın faal bir biçimde cemiyetin içinde yer almışlardır.
“Seniye, Eda ve isimleri bence meçhul diğer bazı hanımlar, kendilerinden sonraki neslin kadınları için hür bir hayatın yolunu açan fedailerdi, lakin bu hanımlar, kendileriyle beraber faaliyette bulunan erkeklerin aksine emeklerinin karşılığını görememiş, hiçbir mükafata nail olamamış ve kısa bir zaman içinde unutulup gitmişlerdir” diyen Naciye Neyyal de bu tespitleri doğrulamaktadır.
Kazım Nami: “Biz, birkaç arkadaş, eşlerimizi de İttihat ve Terakki Cemiyet’ine sokmak mecburiyetinde kalmıştık; çünkü cemiyete girenlere evlerimizde yemin ettiriyorduk” diyerek cemiyette, kadınların varlığını alenileştirmiştir. Naciye Neyyal de, cemiyete giriş seremonisini, Kazım Nami gibi anlatmaktadır. Farklı olabilecek tek ayrıntı ise Kazım Nami, bu töreni anlatırken kadınlardan hiç bahsetmez. Naciye Hanım ise, komiteye katılmak isteyen kadın ve erkeklerin, Selanik’teki sarı boyalı eve nasıl getirildiklerini anlatmıştır.
Bu ifadeden, kadınların sadece kocalarından ötürü cemiyete girmedikleri sonucu çıkmaktadır. Cemiyete katılan bu kadınların evrak naklinde, hafiyelikte, kendilerine faydalı olacaklarını düşündükleri önemli mevkilerdeki memurların hanımlarını etkilemekte ve bu suretle kocalarının komiteye katılmalarını temin etmekte oldukça etkin bir rol üstlendikleri bilinmektedir.
Cemiyetin gizli olarak çalıştığı bu dönemde, kadınların cemiyete başka hangi yollarla yardımcı oldukları çeşitli kaynaklarda geçmektedir. Kadınlar ‘namahrem’ olmaları sebebiyle hiçbir güvenlik memuru tarafından aranamıyordu:
Böylelikle üzerlerinde taşıdıkları kitap, broşür, mektup ve sair belge ile sözlü mesajları çok daha kolay iletebiliyorlardı. Kadınların bu özelliğine değinen Sir Edwin Pears, kadınların bu nitelikleriyle erkek kardeşlerinden ve eşlerinden daha açık sözlü olduklarını ifade eder.
Varlıklı ailelerden gelen kadınlar, İngilizce ve Fransızca eğitim aldıkları için yabancı kaynaklardan da etkilenmiş, düşünceleri de bu yönde şekillenmiştir. İhtilalci partinin casusları olarak çalışan bu kadınlar, partinin mektup ve mesajlarını bir evden diğerine taşımışlardır. Kadınların partiye diğer yardım yöntemleri de, komitenin yayınlarını çevirip İngiliz ve Fransız gazetelerine göndermek olmuştıır.
Cemiyetin bu isimsiz kahramanlarından biri Gülistan İsmet’tir. Jön Türk devriminden üç yıl önce Gülistan Hanım, eşiyle birlikte Selanik’tedir. Burada İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmişlerdir. Evlerinde birçok toplantılar yapılmış, gizli planlar tartışılmıştır.
Gülistan Hanım’ın en belirgin becerilerinden biri çevirmenliğidir ve bu becerisini cemiyete yardım amaçlı kullanmıştır. Cemiyetin Avrupa ve Amerika gazetelerine gönderdiği bildirileri İngilizceye çevirmiştir. II. Abdülhamit’in istibdat döneminde, pek çok Jön Türk’ün ortadan kaldırıldığı sırada Halide Edib ile birlikte Gülistan İsmet’in de isimleri yasaklılar listesinde yer almıştır.
“Hanımlara Mahsus Gazete”, 1 Ağustos 1895’te yayına başlamıştır. “Hanımlara Mahsus Gazete”nin en büyük özelliği, 1895-1908 tarihleri arasında toplam 604 sayı çıkaran en uzun süreli kadın dergisi olmasıdır. Yazı kadrosunun büyük kısmı hanımlardan oluşmaktadır. Başyazarları arasında Gülistan İsmet haricinde, Makbule Leman, Nigar Osman, Fatma Şadiye, Mustafa Asım, Faik Ali ve Talat Ali bulunmaktadır. Gülistan İsmet’in “Hanımlara Mahsus Gazete” de 1896-1902 yılları arasında 84 adet yazıda imzası bulunmaktadır. Bunlardan 54 tanesi tercüme eserdir. Gülistan İsmet, “Hanımlara Mahsus Gazete”deki yazılarında feminizmi, batılılaşmayı ve milliyetçiliği nasıl algıladığını göstermektedir.
Yazıları incelendiğinde, almış olduğu eğitimin her türlü yansıması görülür. Yazılarının büyük çoğunluğunun tercüme olması onun hem İngilizce hem de Fransızca konusunda hakimiyetini gösterir. Tercüme yazıların içeriğine bakıldığında ev idaresi, moda, çocuk sağlığı ve bakımı ile genel sağlık konularının ağırlık kazandığı görülür.
Gülistan İsmet’in modernleşme ile ilgili görüşü, batının fen ve biliminden yararlanmak, fakat siyasi ve iktisadi anlamda bağımsız olmak şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu da hem İttihatçıların hem de “Hanımlara Mahsus Gazete”nin genel tutumu ile örtüşmektedir. Kadınlık ile ilgili genel görüşü ise öncelikli olarak iyi bir anne ve eş olma yönündedir. Henüz radikalleşmemiş olan feminizm, XIX. yüzyılda Batıda da kadının aile içindeki rolüne önem verir. Aydınlanmanın etkisiyle kadınlar bu yüzyılda akla ve eğitime önem vermişler, kamusal alanda hakların eşitliğini talep etmişler, ancak özel alanda kadın erkek eşitliğini sorgulamamışlardır.
Gülistan İsmet’in alıntı olarak yazdığı makalelerde kadınlara dünyadan örnekler vererek hem cesaret aşılamakta hem de ufuklarını geliştirmeye yardımcı olmaktadır. “Mucit Kadınlar” isimli alıntı yazıda dünyanın pek çok yerinden tarihten ve zamanından örneklerle icat yapan kadınlar hakkında bilgi vermektedir:
“Okursanız siz de benim gibi, kadınlara esas ‘Saçı uzun aklı kısa!’ diyenlerin akıllarının pek kısa olduğuna hükmedeceğiniz gelir”.
Gülistan İsmet’in yazılarında her ne konuyla ilgili olursa olsun rasyonel olma çağrısı vardır. Kadınların saf bir estetik uğruna müsrifleşmelerinin önüne geçmek amacı hep sezilir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin harp zamanında halka telkin ettiği kooperatifçilik, serbest mesleklere katılım, yerli malı sevgisi gibi idealler yine Gülistan İsmet’in o zamanda okuyucularına aşılamaya çalıştığı değerlerdendir.
Bu da hem İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir mensubu olmasından ve hem de kolejde almış olduğu eğitimin bilimsel niteliklere dayanmasından kaynaklanır.
Sonuç olarak; Gülistan İsmet, dönemin bütün yasaklamalarına karşın, 1890 yılında Amerikan Kız Koleji’nden mezun olmayı başarmış ilk Müslüman Türk kadınıdır. Okulda aldığı eğitimin laik, bilimsel ve feminist bir nitelikte olması yaşam öyküsüne son derece etki etmiştir. Bu durun politik bir kimlik kazanmasında da etkili olmuştur.
Yaşamından ve yazılarından hareketle, özelde Gülistan İsmet örneğinden yola çıkarak bir yabancı okulda eğitim almanın Osmanlı kadın hareketine kazandırdığı ivmeyi görmek mümkündür.”
VII.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan bahsedilirken, imparatorluğun kuruluş, yükselme, duraklama, çöküş şeklinde bir döngüden geçip, Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte ortadan kalktığı şeklinde bir argüman kullanılır. Kuruluş ve yükseliş dönemleri için güzellemeler yazılırken duraklama ve çöküşün nedeni olarak ise Batı medeniyetini yakalayamama; hatta kadınların devlet işlerine müdahale etmeye başlaması ile haremde planlanan entrikalar gösterilir.
‘Kadın düşmanı’ olan bu argüman, son yıllarda Hürrem Sultan’ın popüler kültüre ve görsel medyaya yansıyan hikâyesi ile de desteklenmiştir. Şöyle ki;
Hürrem Sultan, Dünyaya hükmeden Kanuni Sultan Süleyman’ın en büyük zaafıdır. Kanuni, Osmanlı devletinin şanını Dünyaya yayarken; hareminde -bütün teamüllere aykırı olarak- nikâhına almış olduğu karısı Hürrem Sultan, hanedanın ve Devletin huzurunu bozarak, ikilik yaratacak oyunların peşine düşmüş, bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur.
Sadece güncel popüler kültürde değil, tarihsel metinlerde de kadınların saltanata karışmasından ve iktidarda artan nüfuzlarının hanedanın dirliğini kaçırdığından şikayet ve bunun, hükümranlığı zayıflattığından söz edildiğini gözlemlemekteyiz. Hatta kadınların politik hayatta önemli bir güç kazanıp birer aktör hâline geldikleri bu dönemler, Osmanlı tarihinde küçültücü bir adlandırmayla ‘Altınay’ (Kadınlar Saltanatı) olarak anılmış; Hürrem Sultan başta olmak üzere saltanat ailesine mensup tüm güçlü kadınlar, ‘kötülüklerin anası’ olarak resmedilmiş; ve harem, sınırsız bir cinsellik mekanı, haremdeki kadınlar ise cinselliklerini bir silah olarak kullanarak, padişahı ve şehzadeleri parmaklarında oynatan kişiler olarak tanımlanmıştır.
Peki haremin ve harem kadınlarının iktidara politik nüfuzu olmuş mudur?
Bu sorunun yanıtını, kadınların Osmanlıdaki politik nüfuzunu toplumsal cinsiyet analizi yaparak ele alan ünlü tarihçi Leslie Peirce, “Harem-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu’nda Hükümranlık ve Kadınlar” isimli aldığı kitabında şu şekilde aramıştır:
“Kalıtsal bir hanedanın her hükümdarı gibi, Osmanlı padişahı için de önemli bir anlam yüklü olan cinsellik, asla sadece bir zevk olamazdı! Cinselliğin sonucu olan evlatlar, tahta kimin geçeceğini, yani bizzat hanedanın varoluşunu etkilediği için cinsellik, Harem-i Hümayun’da gelişigüzel bir faaliyet değildi. Padişah ile haremin seçilmiş kadınları arasındaki cinsel ilişkiler, hanedanın karmaşık üreme politikası ve kurallarıyla çerçeveliydi. Haremdeki kurallar zinciri o kadar katıydı ki, o nedenle harem kadınlarının baştan çıkarıcılıklarıyla, sultanları esir ederek iktidar elde ettiklerine ilişkin basit iddia bir yalandır. Aslında harem kadınlarının elindeki iktidarın, padişahın yatak odası duvarlarının çok ötelerine uzanan karmaşık sebepleri vardır.”
Peirce’in kitabından görüldüğü üzere harem, Osmanlı sarayının, dolayısıyla Osmanlı siyasetinin organik bir parçası ve iktidar kavgalarının gerçekleştiği güç odaklarından birisidir. Biraz anakronik bir ifade olsa da; siyasi parti, dernek ve kurumların olmadığı erken dönemde, harem içinde kurulan ittifaklar ya da buradan yayılan çatışmalar, günümüzdeki modern siyaset kurumlarının oynadığına benzer bir rol oynamıştır.
Yani, ne harem sadece kadınların ve cinselliğin mekânıdır; ne de kadınların kamusal ve politik alandaki varlığı, şahsi hırslarından kaynaklanan gelip geçici bir durumdur.
Peirce’in yaptığı bu derin tarihsel incelemede, Osmanlı tahtında, kadın ya da erkekten öte başka çıkar gruplarının (hiziplerin) kaçınılmaz olarak var ve bunun en çok da hanedan ailesinde yani haremde kristalize olduğu görülür.
Haremdeki çatışmalar, padişahı sadece cinsel olarak etkilemekten ibaret değildir; bunlar, iktidar üzerinde kimin söz sahibi olup, kimin olamayacağı; kimin içeri alınıp, kimin dışlanacağı ve hangi kampın kazanıp hangisinin kaybedeceği üzerinedir. Haremdeki kadınlar için, sadece kadın olmak yetmez; yaşları, bilgileri, doğurdukları çocuklar, farklı güç odaklarına yakınlıkları vs açılardan farklı konumlara sahiplerdir. Bu kadınların, nüfuz sahibi olmak için verdikleri mücadele de, erkeklerin işlerine burun sokmak değil, politikanın ta kendisidir!
Tarihçi Leslie Peirce’in bu yaklaşımı, kadınların Osmanlı Devlet idaresindeki görünürlükleri ve politik nüfuzları hakkında bildiklerimizi yeniden gözden geçirmemizi gerektirmektedir.
Ancak Peirce’in asıl etkisi, Osmanlı siyasası hakkında bildiklerimizi radikal şekilde değiştirmesinde gizlidir; çünkü Peirce, kadın ve erkek olmayı, sadece biyolojik cinsiyete ait özellikler gibi ele almaz. Peirce, toplumsal cinsiyet kavramı aracılığıyla, cinselliğin, haremin temel dinamiklerinden sadece bir tanesi olduğunu; Osmanlı hanedanının -Dünyanın diğer hanedanları gibi- farklı çıkar kümeleri etrafında hizipleştiğini; haremin bu hiziplerin bir parçası olduğunu; harem kadınlarının bu hiziplere katılımının, düzene karşı bir oyun değil, aksine Osmanlı siyasetinin önemli bir parçası olduğunu; yani haremdeki politikaların, ‘özel’ değil, ‘kamusal alan’ kavramına dahil olduğunu sergiler.
VIII.
Leslie Peirce’in araştırması, Osmanlı geçmişini toplumsal cinsiyet perspektifinden yorumlayan tek çalışma olmayıp, son 20 yılda, tarihi cinsiyetlendiren benzer çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar, cinsellikten hukuka, tabiyet kavramından köleliğe ve çalışma ilişkilerine kadar pek çok farklı konuyu ele almış ve cinsiyetler arası güç ilişkilerinin, toplumsal hayata iz düşümlerini incelemiştir:
Örneğin Dror Ze’evi (2006) ve Elyse Semerdjian’ın (2008) çalışmaları, cinsellik üzerinden toplumsal düzenin ve gücün nasıl tesis edildiğini düşünmemizi sağlar.
Yine benzer şekilde Marc Baer’in (2011) Osmanlı’daki bilinen tek recm vakası üzerine yaptığı tartışma, zina kavramını tartıştığı kadar hukuk ve siyaset ilişkisini de ele alır.
Madeline Zilfi’nin (2010) kölelik üzerine araştırması, köleliğin cinsiyetlendirilmiş ve hiyerarşik bir deneyim olduğunu sergiler.
Başak Tuğ (2009) ve Ruth Miller (2007)’ın araştırmaları ise, cinsel suçlara ve kürtaja yönelik hukuki yaklaşımların nasıl ve nereye doğru değiştiğini araştırırken, devlet-toplum ilişkisinin dönüşümüne dair önemli ipuçları sunar.
IX.
Özetle toplumsal cinsiyet analizi, kadınlar ve erkekler arasındaki farklılıklara baktığı kadar; kadınlar arasındaki sınıfsal, etnik, kültürel farklılıkları da inceler; yani kadınlığı, kadınlar arasındaki hiyerarşi, farklar ve çatışmalarla birlikte ele alır.
Tüm bu çalışmalar yapılırken, tarihçilerin araştırdıkları konuları, ister istemez ulaşabildikleri kaynaklar belirlemektedir. Osmanlı tarihi söz konusu olduğunda ise iş daha da zorlaşır; çünkü resmî kaynakları okumak için, Türkçe bilmek maalesef işe yaramaz.
Osmanlı İmparatorluğunda, kullanılan tek dil Osmanlıca olmadığından, Osmanlıcanın yanısıra Arapça, Yunanca, Ermenice, Kürtçe gibi dilleri de bilmek önemlidir. Bu dillerin hepsi bilinirse ulaşılacak kaynaklar genişleyecek; yoksa sınırlı kaynaklardan sınırlı bilgiler edinilecektir.
Bu arada, kaynak sorunu dillere hâkimiyetle de sınırlı değildir. Yeni kaynaklara ulaşmak kadar, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı Osmanlı Arşivine (www.devletarsivleri.gov.tr) girmek; oradaki belgeleri okumayı ve yorumlamayı bilmek ve ayrıca bütün iyi tarihçilerin de bildiği gibi belgelerin sessiz ve suskun kaldıklarının yani bahsetmemeyi tercih ettiklerinin, anlattıkları kadar anlatmadıklarının da değerli olduğunu gözden kaçırmayıp, kaynakların satır araları çok iyi okunmalıdır; çünkü tarihçilik, belgelerin söyledikleri kadar söylemedikleri de üzerinedir!. 09.01.2020
Av. Sosyolog Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ
KAYNAKÇA:
1.Türk-İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi -Konya 2009- Osmanlı’da Politik Ve Edebi Bir Kadın: Gülistan İsmet (Yazan: Melike Karabacak)
2.A History Of Robert College -The American College For Girls and Bosphorus University Yapı Kredi Yayınları, Cilt:1 –Istanbul 1985
3.Leslie Peirce – Harem-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu’nda Hükümranlık ve Kadınlar
4. www.devletarsivleri.gov.tr
5.Istanbul Üniversitesi/Sosyoloji Bölümü- Toplumsal Cinsiyet Ders Notları
TOPLUMSAL CİNSİYET NEDİR? (1)
TOPLUMSAL CİNSİYET NEDİR?
I.
Toplumsal cinsiyet, biyolojik kadın ve erkeği, toplumsal bir kadın ve erkeğe dönüştüren bir kavramdır. Aslında, bu kavram, kadınların biyolojik ve anatomik olarak erkeklerden farklı ve ‘eksik’ bedenleriyle erkek hegomonyası ile mücadele ettiklerini ve ayrımcı, eşit olmayan, baskıya dayalı bir toplumsal düzene karşı koyduklarını işaret eder.
Çoğu toplumda kız ve erkek çocuklar yetiştirilirken, kız ve oğlanlar birbirinden farklı giydirilir; kızlara pembe, oğlanlara mavi giysiler uygun görülür. Kızların saçlarına özen gösterilir, saçlar uzatılır, tokalarla süslenir. Kız ve oğlanlara alınan oyuncaklar bile farklıdır; kızlara bebek, oğlanlara araba ya da silah alınır. Her iki cinse hitaplar bile farklıdır. Kızlara güzelliğinin ve usluluğunun önemini vurgulayan ‘Cici ve güzel kız’ gibi hitaplar; oğlanlara ise gücü temsil eden ‘Aslan oğlum’ gibi hitap şekilleri kullanılır. Kız ve oğlanların farklı yerlerde yer alması beklenir; kızların mutfakta annelerine eşlik etmeleri, oğlanların ise babalarının yanında bulunmaları uygun görülür.
Erkek egemen yapı, özel yaşamdan kamusal yaşama kadar tüm kurumlarda ve söylemlerde kadınlar üzerinde etki yapar. Baskı ve denetimin en somut uygulandığı yer kadın bedenidir; kadın bedeni din, ahlak kuralları ve yasalar üzerinden denetlenir ve nesneleştirilir. Batı’da Ortaçağ’da yaşanan cadı avları tesadüfi değildir; bu avlar, kadın cinselliğini ve doğurganlığını denetleyerek, bir nevi nüfus politikası uygulamıştır. Cadı avlarında güçlü ve bilgili kadın damgalanarak; kadının güçsüz, pasif ve kontrol edilmesi gereken bir varlık olması istenir. Ve beden üzerinden normal/anormal, ahlaklı/ahlaksız, namuslu/namussuz, kirli/temiz, engelli/sağlam gibi ikilikler yaratılır.
Modernizm de, hem nüfus politikaları hem de ahlaki denetim açısından cinselliği denetim altına alır: 19.yüzyılın seküler tıbbı mastürbasyonu, ters ilişkiyi, eşcinselliği yasaklar. Normlar düzenli, sağlıklı ve güzel olmayı direktif eder. İlişkiler heteroseksüel olmalı ve bu ilişkiler yasal çerçevede yani evlilik kurumu içinde yaşanmalıdır. Kadınların ev içinde (özel ve kapalı alanda), erkeklerinse kamusal yaşamda var olmaları uygun görülür. Bekâret “namus” ve “iffet” in simgesidir.
Şu an yaşadığımız postmodern dönemde de, dayatılan politikalar çok farklılaşmamıştır. Örneğin, üreme merkezli cinsellik, aile içinde örgütlenmelidir. Cinsellik ve cinsel sağlık, günümüzde hala üzerinde en az konuşulan konulardan birisidir. Kadınlar, çocukluktan yetişkin olana dek cinsellik konusundan habersiz büyütülmeye çalışılır; kendi bedenlerini, cinselliklerini tanımalarına izin verilmez. Cinsellik (seks), üzerinde konuşulması ve doğru bilgilere ulaşılması anlamında yasaklı konulardan biridir; daha çok üreme sağlığı üzerinden söz konusu edilir.
Çok sayıda genç kadın, hatta küçük kız, gösteri dünyasında sunulan ince hatlı modellere benzemek için -bu durum, sağlıkları için risk oluşturabilecek erken osteoporoz, kısırlık gibi sorunlara yol açsa da- beslenmeden yoksun kalır. Kadın bedeninin bu şekilde nesneleştirilmesi hiç de yeni değildir:
500 yıldır süren bir gelenek olan yüksek sınıftan Çinli kadınların ayaklarının –küçük kalması için- sarılarak çok küçük ayakkabılara sokulması (lotus ayak); Afrikalı kadınların tahta tepsiler tarafından biçimsizleştirilen dudakları; Güney Asyalı Karen’lerin boyunlarının kolyeyle uzatılması; Djerba adasındaki genç kadınların evlenmeden önce şişmanlatılması bu tür uygulamalara birkaç örnektir. Önceleri kadını ince belli görünmesi için korselerle, çekici görünmesi için de yüksek topuklu dar ayakkabılarla ‘şekle sokan’ Avrupalılar da, bu uygulamalardan geri kalmamıştır. Antropologlar bu sıkıntılara maruz bırakılanların çoğunlukla kadınlar olduğu ve biçim değiştirme uygulamalarının erkeklerde çok nadir görüldüğü konusunda görüş birliği içindedir.
Tüm bu uygulama ve taktiklerden anlaşılmaktadır ki: Toplumlarda binlerce yıldır kadın ve erkeklere atfedilen farklı özellik ve rollerin, biyolojik, yani doğal ve değiştirilemez olduğu düşünülmektedir. Kadınların toplumdaki statülerinin erkeklere göre ikincil konumda olmasının sorumlusu bedenleridir. Kadın bedeninin disiplin altına alınması, erkek egemen sistem yapısının (patriyarka) en işlevsel araçlarından biridir. Tek tanrılı dinler de bunu destekler; tüm dinlerin ortak özelliği, kadın bedeni üzerindeki denetimleridir:
Tek tanrılı dinin doğuşu, belli bir tarihsel ve toplumsal momentle ilişkilidir ve bu ilişki, tek tanrılı dinin her 3 versiyonuna da damgasını vurarak hepsinde ortak özellik göstermesine neden olmuştur. Ataerkil sistemin doğuşu ve kurumsallaşması ile, kadın ve erkeği hiyerarşik olarak ikiye bölen katı cinsiyet rollerinin vaz edilerek, erkeğin üstünlüğüne dayanan ataerkil aile ilişkisi kutsanmış ve bu bağlamda kadın bedeni üzerindeki denetim meşrulaştırılmıştır. Berktay’a göre 3 tek tanrılı dinin de ön kabulleri/varsayımları şöyledir:
“Kadınlar ve erkekler, yalnızca biyolojik olarak değil, ihtiyaçları, yetenekleri ve işlevleri bakımından da farklıdır. Ayrıca, kadınlar ile erkekler arasında, nasıl yaratıldıkları ve Tanrı’nın onlara ‘bahşettiği’ toplumsal işlevler açısından da fark vardır. Erkekler ’doğal olarak’ daha güçlü ve akılcıdır; dolayısıyla egemen olmak ve hükmetmek için yaratılmışlardır. Buradan, erkeklerin, siyasal olanı yani devleti temsil etmeye daha elverişli oldukları sonucuna varılır. Kadınlar ise, ’doğal olarak’ daha zayıf, akıl ve rasyonel yetenekler açısından daha aşağı, duygusal bakımdan dengesizdirler; ki bu özellik onları güvenilmez ve siyasi katılım açısından elverişsiz kılar. Dolayısıyla, kadınların siyasal/kamusal alanın dışında kalmaları gerekir. Erkekler, rasyonel zihinsel yetenekleriyle dünyayı yorumlarlar ve düzene sokarlar. Kadınlar ise, çocuk doğurma ve yetiştirme yetenekleri dolayısıyla günlük yaşamın ve insan türünün yeniden üretilmesi işlevini üstlenirler. Her iki tür işlev de önemli kabul edilmekle birlikte, erkeklerin işlevinin daha üstün olduğu varsayılır. Başka bir deyişle, erkekler “aşkın“ (transcendent) etkinliklerle, kadınlar da –alt sınıfların her iki cinsten mensupları gibi- “içkin“ (immanent) etkinliklerle uğraşırlar. Aynı şeyi farklı biçimde ifade edecek olursak, erkekler ölümsüz kültürel ürünler yaratırken, kadınlar ölümlü bedenler yaratmakla daha “aşağı“ bir iş yapmış olurlar! Erkeklerin, kadınların cinselliğini ve üreme yetilerini denetleme hakları vardır; kadınların ise böyle bir hakkı söz konusu değildir. Erkekler, insan ile Tanrı arasındaki dolayımı kuran öznelerdir; kadınlar ise, Tanrı’ya erkekler dolayımıyla ulaşırlar.“
Dinlerdeki bu varsayımlar, Tanrısal bir nitelik kazanarak değişmez kabul edilir. Ardından yasalara da dâhil edilir. Kilisenin hâkimiyetinin yerine zamanla hukuk geçer. Patriyarkanın beden politikaları, kadın bedenini denetim altına almakla uğraşır. Batıda cadı avları sonrasında modern tıp paradigması da bu denetleme pratiklerinin farklı yansımalarıdır.
II.
18.yüzyılın sonlarından itibaren yeşermeye başlayan feminizmin birinci dalgası kadınların oy hakkı mücadelesidir. Mary Wollstonecraft’ın ‘Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi’ isimli kitabı (1791) ilk feminist metin kabul edilir. Fransız Simone de Beauvoir’ın ‘İkinci Cinsiyet’ (1949) kitabı ise, o tarihte kadınların yolunu açar.
İkinci Cinsiyet’in binlerce kadına nasıl cankurtaran simitliği yapmış olduğunu anlamak için, yayımlandığı zamanın genel koşullarını gözden geçirsek iyi olur:
Bu dönem, 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasıdır. Kadınlar işlerini askerden terhis olan erkeklere bırakmış; evde anne-ev kadını rolünü yürütmektedirler. Üstelik kendilerini ilgilendiren sorunları tartışabilecekleri ne fırsatları ne de gerekli kollektif yapıları vardır. Bu durumdaki çoğu kadın İkinci Cinsiyet’i okur ve bu onlara “bir kapı açar”. İkinci Cinsiyet, kadınların ezilme nedenlerini sorgulayan, kadını “öteki” olarak gören erkek zihniyetinin tarihsel, sosyolojik, ekonomik, ruhbilimsel, mitolojik kökenlerini inceleyen ve “dişilik” kavramını alt üst eden öncü bir kitaptır.
Kadın olmanın daha çok toplumsal öğretilerle belirlendiğini, “kadın doğulmaz kadın olunur” cümlesiyle ifade eden Simone de Beauvoir, cinsiyetler arasındaki ilişkinin eşitsizliğini tüm yönleriyle vurgular ve bunun “doğal” olmadığını gösterir. Ona göre, tahakküm ilişkisi her toplumun ve her dönemin tarihinde vardır ve kültürel olarak kurulmuştur.
1970’lerin feminizmi ise, birinci dalga feminist hareket gibi sadece eşitlik talebine değil, patriyarkal bir sistemde kadın-erkek eşitliğinin olanaksızlığına dayanır. 70’li yıllar feminizminin ayırt edici özelliği, “Biyoloji kaderdir” anlayışına meydan okuyan ve erkeklere kadınlar adına konuşma hakkını tanımayan kadınların ortaya çıkması ve “özel olan politiktir” önermesidir.
Yine 1970’de Shulamith Firestone’un yazdığı ‘Cinselliğin Diyalektiği’nde ise kadını ikincil kılan meselenin, onun biyolojik özellikleri, yani doğurması olduğu vurgulanır. Ona göre kadının ezilmesinin başlıca nedeni, çocuk doğurması ve yetiştirmesidir.
III.
Radikal feministler 1970’lerin başından itibaren, kadınlar tarafından yerine getirilen ‘ev işi’nin evlilik kurumu tarafından, kadının emeğinin sömürülmesi ya da emeğine el koyulması anlamına geldiğini dile getirirler. Kadınlar evin dışında ücretli bir işte çalışsalar bile ev bakımı ve çocuk yetiştirme gibi boyutları olan ‘ev işi’, kadınların görev tanımlarına dâhil edilmiş olduğundan, ev emeği aile içinde görünmez kılınır; emek ve üretim olarak adlandırılmaz.
Bu görevi’ni’ yerine getirmeyen, ‘Hayır!’ diyebilen kadınlar ise bunun bedelini bazen öldürülerek bazen de fiziksel, cinsel, psikolojik, ekonomik şiddetle karşılaşarak öderler. Yani ‘ev’, kadınlar için üretim ve üretim için şiddet mekânı haline gelebilir. Ev içi emek kadını köleleştirir. Beauvoir’a göre “Pek az iş Sisyphus’un işkencesine devamlı tekrarlanan ev işleri kadar benzer. Temiz olan kirlenir, kirlenen temizlenir, tekrar ve tekrar, gün be gün. Ev kadını, zamanın dışındadır: O hiçbir şey yapmaz; sadece şimdiyi sürükler”.
Üç çocuklu Türkiyeli Kezban’ın söyledikleri de 70 yıl sonra hala Fransız Beauvoir’ı doğrular:
“Sabah 07.30da kalkarım, 08.00de kahvaltıyı hazırlamış olurum. Çocuklarımı uyandırırım, kocam da kalkar o aralar. Kahvaltıdan sonra kocam işe, çocuklar okula giderler. Ben ortalığı toparlar, sonra da yemek yapmaya girişirim. Malzeme yoksa alışverişe çıkar, gelince akşam yemeğini hazırlarım. Akşama doğru yavaş yavaş hepsi eve gelirler. Ben de onlara yemeklerini servis ederim. Babaları erken gelmezse çocuklara bir sofra açarım; sonra da ben babaları ile yerim. Ben mutfağa girdiğimde çocuklar derslerine veya babalarıyla birlikte televizyona bakarlar. Sofranın toparlanması ve bulaşığın bitmesi 20.00’yi bulur. Çocukların dersi o zamana bitmiş olur; o zaman da herkes dinlenirken ben ya ütü yaparım ya da makinaya çamaşır atar onları asarım. Sonra da televizyonun önünde oturur ve çoğu zaman yorgunluktan uyuya kalırım… Her gün aynı işler işte!”
IV.
Aydınlanma dönemi ile birlikte Jean-Jacques Rousseau, çocuğun yetiştirilmesi ve eğitimi konusunda o güne kadar hiç ele alınmamış teoriler ileri sürer; Emile (1762) adlı romanında anneliği göklere çıkarır ve yeni bir ideolojik dönemi başlatır. Rousseau, roman kahramanı Emile’in ağzından, kadının toplumdaki ve aile içerisindeki rolünü çizer.
Rousseau’ya göre doğa yasalarının temelinde, çocuk yetiştirmenin ilk aşaması olan bebekleri emzirmek, bakımlarını ve de eğitimlerini üstlenmek gibi babadan çok anneye düşen görevler vardır.
“Bütün erkekler annelerine itaat ederler. Anneleri öldükten sonra da bu durum devam eder” diyen 19. yüzyıl tarihçisi Michelet de Rousseau’nun ardından anneliği yüceltir.
Anne sevgisine övgüler yağdırma, bütün o yüzyıl boyunca devam eder ve dönemin erkekleri bu sevginin ‘mucizevi’ gücünü politik ideallerine hizmet etsin diye kullanırlar. Böylece ‘anne sevgisi’ özel alanı aşar ve kamusal alana katılmış olur.
Fransız devrimi ile birlikte, kadınlara, onların “gelecek neslin anneleri” olduğu tekrar edilir. Bundan böyle kadınlar ‘geleceğin vatandaşları’nı yetiştirmekle yükümlüdürler. Eğer erkekler, kadınların politik ve sivil haklardan yararlanmasını istemiyorlarsa, tabii ki bunun haklı nedenleri vardır. Çünkü kadınların yaşamlarını adayacakları çok daha önemli bir görevi vardır: O da çocuk eğitimidir.
“Kadınlar erkekler üzerinde değil; kendileri üzerinde güç sahibi olsun” diyen Mary Wollstonecraft bile, ‘Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi’ isimli kitabında kadın özgürlüğünü “annelik” üzerinden tasarlar. Erdemli olmak için eğitilmek gerektiğini söyleyen, akılla denetlenmeyen her işin monoton ve sıkıcı olduğunu dile getiren Wollstonecraft, kitabında iyi bir annenin akıllı ve bağımsız olmasının altını çizer. Kısacası ‘anne vatandaş’ olmak vatandaş olmamayı telafi eder. Yani 19. yüzyılın kadın hakları savunucuları dahi anneliğin haklarını yüceltir.
Böylece kadınlar, çocuğun yetiştirilmesi misyonuyla baş başa bırakılır. İleri bir toplum düzeninin kurulabilmesinin iyi yetişmiş nesillerle olabileceği düşüncesinden hareketle erkekler tarafından yüceltilen ve kadınlar tarafından hiç sorgulanmadan coşkuyla kabul edilen annelik olgusu, kadınlar için bir çeşit ‘ek kimlik’ haline gelir.
“İlk eğitim ailede başlar” anlayışı ile de çocuk eğitimi ön plana çıkınca, anneler çocukların eğitim sürecine dâhil olur. Yani çocuk eğitimi ile anneliğin icadı arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır:
Gelecek nesli yetiştirmekle ilgili kaygıların hep annelikle ilgili tartışılması, anne sütünün önem kazanması da 19. yüzyıla kadar dayanır. “İyi annenin emziren anne olması” ve “doğumdan hemen sonra emzirmenin çocukla aradaki bağa olumlu etkisi” meseleleri halen dahi kadınlığı “iyi annelik” üzerinden tanımlayan durumlardır. Bu konuda Elizabeth Badinter’in “Kadınlık mı? Annelik mi?” kitabı çok önemli bilgiler barındırmaktadır. Kitapta yer alan Amerikalı annelerin kurduğu La Leche League (L.L.L) derneğinin tarihi oldukça düşündürücüdür:
“Hareketin kurucusu olan yedi kadın da Katoliktir ve gelenekselci duruşuyla tanınan Hıristiyan Aile Hareketi’nde yer alırlar. Kadınlar, felsefeden ve felsefenin metotlarından esinlenir. L.L.L argümanını dört ana tema etrafında toplar:
Doğanın ahlak otoritesi, emzirmenin avantajları, kadının statüsü ve toplumdaki ahlaki reform. L.L.L’ye göre iyi anne emziren annedir. L.L.L yanlıları biberona ve korkunç süt tozlarına, kreşe ve bunun sonucunda annelerin çalışmasına karşı savaş verirler. Biberonla beslemeyi tercih eden ve bebeklerine karşı aynı fiziksel bağlılığı duyamayan anneler kınanır.
L.L.L.’nin doktor kurucularından biri ‘Çocuğunu biberonla besleyen kadın özürlüdür. Belki bir gün iyi bir anne olacaktır, ama eğer emzirseydi daha da iyi bir anne olabilecekti’ diyebilmiştir. L.L.L ülke sınırlarını aşar. 1960’da Quebec’te, 1979’da Fransa’da, 1981’de İsviçre’de şubeler açar. Bugün yaklaşık yetmiş ülkede faaliyet yürütüyor.
“Kadınlık mı? Annelik mi?” kitabı, can alıcı bir soru sormaktadır:
1970’lerde patriyarkayı sorunsallaştıran ve erkeklerin karşısında oldukça yol kat eden, “bedenimiz bizimdir” diyen kadınların yeni efendileri bebekler midir?
Badinter, natüralist söylemin ve ekolojik annelik yaklaşımının kadınlara annelik kimliği bağlamında oldukça zarar verdiğini düşünmekte ve kadınların, geldikleri noktada annelik mi kadınlık mı çelişkisi içinde yalnız bırakıldığını ileri sürmektedir.
Annelik, kadınlar açısından ‘sosyal tanınma’ anlamına geldiğinden, kariyerinden bir şey beklemeyen/umudu olmayan kadınlar genel olarak daha çok anne olmayı tercih etmekte; iş ya da meslek anlamında tatmin sağlayan kadınlar ise çocuk yapmak istemediklerini söylemektedir.
Keza, çocuğu bir kuruma ya da yabancıya emanet etmek hâlâ kınanacak bir davranış, annelikten kaçış olarak görülmektedir. Bu arada, evlilik dışı çocuk doğurmaya da hala kötü gözle bakılır.
Çocuk doğurmak ise “mükemmel anneliğe” kendini hazırlamadıkça, korkulacak bir durumdur. Sonuç olarak; annelerde baki olan suçluluk duygusudur… 13.12.2019
Avukat Sosyolog Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ
KÜRESELLEŞME’NİN TERMİNOLOJİSİ
Bilindiği gibi, dünya bilgisayar, telekomünikasyon ve dijitalleşme alanlarındaki yenilikler sayesinde minyatürleşti. Bu küçülme, insanların şu ana dek hiç görülmemiş bir şekilde birbirlerine ulaşmalarını ve bilgi-haber-para-müzik ve sair her istedikleri konuda birbirleriyle değiş tokuş yapmalarını sağlıyor artık.
Teknik manada “küreselleşme” adını taşıyan bu kavram, bizi bütünleştirdi tabii bir nevi. Ama bu uzaktan ‘bütünleşmiş’ görünen dünyada, maalesef yaşam, kolaylaşacağına zorlaştı. Neden dersiniz?
Gelenek ve alışkanlıkların yerini ‘innovasyon’ (yenilik) aldı da ondan! Her birimiz hiç bitmeyen bir 100 metre koşusuna çıkan atletlere dönüştük! Bu koşuda kaç kez kazanırsanız kazanın, ertesi gün yeni bir yarış var! Ve bu koşuda herkes birbirinin rakibi.
Eskiden, dost ve düşman’dan oluşan ikili bir dünya vardı ama şimdi, herkes birbirine çok ‘yakın’ görünmesine rağmen her an birbirinin düşmanı olmaya da aday maalesef. Ve bu dünyada yaşamımız gibi kavramlar da değişmekte biteviye…
Konumuzda uzman olsak dahi, sadece ormandaki tek tek ağaçları (yani parçaları) görmekte uzmanız. Ama çoğu zaman, ormanı (yani bütünü) görmekte yetersiz kalıyoruz. Ve bu nedenle her birimiz, ormanda yolumuzu kaybetmeye adayız.
O.k., küreselleşme para ve mal değiş-tokuşunu kolaylaştırmakla kalmayıp, aynı zamanda insanların erişim engelleri yıkarak bireylere ve örgütlere hiç görülmedik bir güç kazandırdı; ama bu, bize yolumuzu kaybettiren bir güç olmasın ?!
…
“MİKROÇİP BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ BOZUKLUĞU” NE DEMEK?
Şu an post-endüstri çağındayız. Ama endüstri çağında, herşeyde hiyerarşi hakimdi. Yani, bir ailede veya örgütte, piramidin üst tarafı karar verir, aşağıdakiler ise uygulardı. Ara ve alt kademedekiler, sadece kendi işlerini yapabilecek kadar bilgiye sahiplerdi. Ama artık, güç merkezden çevreye doğru yayılacak şekilde yeniden yapılanmaktadır. Yani karar süreci demokratikleşmekte ve iktidar merkezden çevreye yayıldığı için, kararlar ve bilgi hem yukarıdan aşağıya hem de aşağıdan yukarıya doğru akabilmekte ve merkez her saniye yeniden tanımlanmaktadır.
Bu ve mesafe ile zaman engelinin giderek yok olması sayesinde, birbirimizin nabzını da sürekli tutar haldeyiz; aksi halde şirketsek müşterimizi, kadın isek kocamızı (veya tersi) kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyayız.
İşte bu yeni sisteme uyum sağlayamayanlara:
“Mikroçip Bağışıklık Sistemi Bozukluğu” (MBSB) hastası deniyor! Bu çağda artık, ister devlet ister şirket isterse birey olalım, kendimizi sürekli yenileyerek değişeceğiz ya da bunu başaramayarak MBSB hastalığına yenik düşeceğiz.
“ALTIN DELİ GÖMLEĞİ” NE DEMEK?
Endüstri devriminden önce, çok küçük azınlık dışında hemen hemen herkes aynı standartlarda yaşardı ama endüstri devriminden sonra gelir dağılımında uçurum oluştu. Bunu Marx ve Engels şöyle tanımlar:
“Üretimin altüst olup toplumsal düzeni bozması sonunda oluşan belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını önceki çağlardan ayırır. Bütün yerleşik ilişkiler ve onlara eşlik eden eski önyargılar tasfiye oldu. Yeni oluşanların hepsi ise kemikleşemeden eskimekte. Kısacası yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor; kutsal olan ne varsa lanetleniyor ve insan kendi gerçek yaşamı ve hemcinsiyle ilişkilerine nihayet ayık kafayla bakmak zorunda kalıyor.”
Endüstri devrimin sonunda ortaya çıkan bu adaletsizlikleri yok etmek için, 1917’den sonra Rusya’da merkezi planlamaya dayanan bir seçenek (Bolşevik Devrimi) denendi; ancak o da başarılı olamadı ve 1989 yılında sahneden çekildi.
Günümüzde de büyük dönüşüm yaşanıyor. İnsanlar serbest piyasa kapitalizminin acımasızlığından hoşlanmıyorlar ama gerçek bir ideolojik alternatiften de yoksunlar. Daha adaletli görünen sistemler, geliri daha etkili ve adil dağıtıyor olabilirler, ama hiçbiri, dağıtılacak geliri yaratmada serbest piyasa kapitalizminden daha etkili olamıyorlar. O zaman önümüzde tek bir yol var!:
Üstümüze ALTINDAN BİR ‘DELİ GÖMLEĞİ’ GİYMEK. Peki bu ne demek?
Bir ülke, küresel ekonominin serbest piyasa kurallarına uymaya karar verdiğinde, ya sırtına “altın deli gömleği” giymiş olur; ya da “altın deli gömleği” için henüz ölçü aldırmamışsa, bunu yakında mutlaka yapacaktır.
Altın deli gömleğini ilk kez, 1979’da İngiltere’de Margaret Thatcher ‘dikti’. Ve bu, 1980’lerde ABD’de Ronald Reagan’dan gelen destekle küresel bir moda hâline geldi. Bu modelin ortaya çıkmasına, merkezi planlamaya dayanan ekonomik yaklaşımların yeterli büyümeyi sağlayamaması yol açtı.
Thomas L. Friedman’a göre, bir ülkenin ‘altın deli gömleğinin içine sığabilmesi’ için şu kuralları benimsemesi gerekir (dikkat edin: bunların hepsi -13 hariç!- Türkiye’de yapılmakta):
1.Özel sektörü ekonomik büyümenin temel motoru hâline getirmek,
2.Enflasyon oranını düşük tutmak ve fiyat istikrarı sağlamak,
3.Devlet bürokrasisini küçültmek,
4.Bütçe fazlası sağlamasa bile olabildiğince dengeli bir bütçe yürütmek,
5.İthal ürünler üzerindeki gümrük tarifelerini kaldırmak veya düşürmek,
6.Kotalardan ve yerel tekellerden kurtulmak,
7.İhracatı artırmak,
8.Devlete ait sanayi kuruluşlarını ve kamu iktisadi teşebbüslerini özelleştirmek,
9.Sermaye piyasalarını serbestleştirmek,
10.Para birimini konvertibl hale getirmek,
11.Ülkedeki sektörleri, hisse senedi ve tahvil piyasalarını doğrudan yabancı mülkiyete ve yatırıma açmak,
12.Ülke içindeki rekabeti olabildiğince artırmak üzere ekonomiyi devlet kontrolünden arındırmak,
13.Kamusal yolsuzlukları, sübvansiyonları ve rüşveti olabildiğince azaltmak,
14.Bankacılık ve telekomünikasyon sistemlerini özel mülkiyete ve rekabete açmak,
15.Vatandaşa yerel ve yabancı emeklilik ve yatırım fonları arasından seçim fırsatını vermek.
Küreselleşme’nin özeti olan yukarıdaki serbest piyasa kurallarının hayata geçmesi, Friedman’a göre ekonomiyi büyütür ve siyasetin etki alanını azaltır.
Yani, altın deli gömleği ekonomi cephede, büyümeyi destekler ve ortalama gelir düzeyinin yükselmesini sağlar; çünkü küresel rekabetin baskısı altında dış ticaretin, yabancı yatırımların ve özelleştirmenin artması, kaynakların daha verimli kullanılması sağlar.
Ama siyasi cephede ise, bu durum iktidar sahiplerinin seçeneklerini daraltarak onları daha kısıtlı parametrelerle çalışmaya zorlar. ‘Altın deli gömleğini giymiş’ ülkelerde iktidar ve muhalefet partileri arasında fazla fark kalmamasının sebebi işte bu yüzdendir; çünkü ülkeler, altın deli gömleğini bir kez giydi mi (yani serbest piyasa kurallarını benimsedi mi) artık bunlardan sapamaz!
Aksi takdirde, bu durum yatırımcıların kaçmasına, faiz oranlarının yükselmesine ve piyasa notunun düşmesine yol açar.
Ve Altın Deli Gömleği içinde daha rahat hareket etmenin tek yolu onu genişletmektir!!
Onu genişletmenin tek yolu ise, üzerinize sıkı sıkı oturmasını sağlamaktır!
Eskiden ‘tarihsel koşullar böyle gerektirdi’ denirdi, ama şimdi o yüzden, ‘piyasa koşulları böyle gerektiriyor’ deniyor. Neden? Artık piyasal ekonominin bir askerisiniz; ve kumandanınız bir başkası. Serbest değilsiniz ki, karar alasınız? O nedenle, artık bir kez üzerinize bu deli gömleğini giydiniz mi, bir daha bunu çıkaramayacak ve bu sistemin size sağladığı KISITLI hareket alanı içinde yürümek zorunda kalacaksınızdır.
Ülkelerin altın deli gömleğini giymekten (yani serbest piyasa kurallarını benimsemekten) kaçınmalarının giderek zorlaştığını iddia eden Friedman, “Altın deli gömleğini giymek ve küresel piyasalarla bağlantıya girmek zorunda olduğumuzu söyleyemezsiniz! Bizim kendi kültürümüz, kendi değerlerimiz var. O nedenle ekonomimizi kendi yöntemimizle çalıştıracağız.” şeklindeki itirazlara şu cevabı vermekte:
“Günümüzün küresel piyasa sistemi, yani hızlı dünya ve altın deli gömleği; aslında iletişim kurma, yatırım yapma ve dünyayı görme şeklimizi kökünden değiştirmiştir. Bu değişimlere direnmek, size kalmıştır. Ama bir bedel ödemeden veya yüksek bir duvar inşa etmeden bu değişimlere karşı koyabileceğinizi sanıyorsanız, sadece kendinizi kandırmış olursunuz!” Çünkü finansın, teknolojinin ve bilginin demokratikleşmesi sadece alternatif sistemleri koruyan duvarları yerle bir etmekle kalmadı; aynı zamanda “elektronik sürü” denen yeni bir güç kaynağının da doğmasına yol açtı!
“ELEKTRONİK SÜRÜ” NE DEMEK?
Dünyanın her köşesinde, bilgisayar başında oturup, paralarını yatırım fonlarından emeklilik fonlarına, emeklilik fonlarından yükselen piyasa fonlarına taşıyan ya da evlerinde internet üzerinden işlem yapan bütün o isimsiz hisse senedi, tahvil ve döviz takasçılarına “elektronik sürü” denmekte.
Bu terim, “Acaba üretim en verimli (en düşük maliyetle) Dünyanın neresinde yapılabilir?” diye araştırarak fabrikalarını dünyanın her yerine yayan çok uluslu şirketleri de içine alıyor.
Bu ‘sürü’, finans, teknoloji ve enformasyonun demokratikleşmesi sayesinde, artan bir hızla çoğalıyor. Öyle ki, artık büyümeyi sağlayan asli sermaye kaynağı olarak, devletlerin yerini almaya başladığı bile iddia ediliyor. Ve günümüzün küreselleşme sisteminde öne çıkmak isteyen ülkeler, sadece ‘altın deli gömleği’ni giymekle kalmayıp aynı zamanda bu ‘elektronik sürü’yle de bağlantı kurmak zorundalar..Bu arada bir tespit daha:
‘Elektronik sürü’ ‘altın deli gömleği’ne bayılır; çünkü ‘altın deli gömleği’, ‘sürü’nün bir ülkede görmek istediği bütün serbest piyasa kurallarını temsil eder.
Ve bu gömleği giyip üzerinde tutan ülkeler, sürü tarafından büyümelerini sağlayacak yatırım sermayesiyle ödüllendirilir. Onu giymeyen ülkeler ise sürü tarafından cezalandırılır! Yani, elektronik sürü, böyle bir ülkeden uzak durur ya da parasını o ülkeden dışarı çıkarır.
Friedman’a göre, “Moody’s Investors Service ve Standard & Poor’s, elektronik sürünün çoban köpekleridir”. Bu kredi notu kurumları, dünyanın her köşesinde dolaşıp, ülkeleri koklayıp dururlar. Ve altın deli gömleğini üzerinden atmaya çalışan bir ülke gördüklerinde gürültüyle havlamakla görevlidirler. İşte elektronik sürü, ulus-devletler ve altın deli gömleği arasındaki bu etkileşim, günümüzün küreselleşme sisteminin merkezini oluşturuyor.
Elektronik sürü, Soğuk Savaş sırasında büyümüş ama, soğuk savaşın duvarlarla çevrili dünyasında, sürü üyelerinin bugünkü ağırlık ve güçlerine ulaşmaları mümkün olmamıştır. Çünkü o dönemde çoğu ülke (en azından 1970’lere kadar) sermayenin sınır dışına çıkmasını önleyen denetimler uygulamıştır. Bu da, elektronik sürü haline gelmeyi zorlaştırmıştır.
1970’ler öncesinin kapalı ekonomilerinde, devletler, esas yönlendiriciler olmuş ve Soğuk Savaş döneminde, ABD ve Sovyet hükümetleri, “Düşmanla savaşmak için, Ay’a insan göndermek için, ordumuzun daha kolay hareket etmesini sağlayacak yeni otoyollar kurmak için vs vergilerinize ihtiyacımız var!” şeklinde, mali politikaların zorunlu kıldığı yüksek vergileri Soğuk Savaş bahanesiyle kolayca gerekçelendirebilmişlerdir. Ayrıca, gelişmekte olan ülkelerin vatandaşları, dünyanın başka yerlerindeki insanların nasıl yaşadığı konusunda çok az bilgi sahibi olduklarından, kapalı bir ekonominin yol açtığı düşük yaşam standartlarına daha kolay katlanabiliyordu.
Ancak finans, teknoloji ve enformasyonun demokratikleşmesi, Soğuk Savaş sisteminin sona ermesi ve dünyanın her yanındaki duvarların yıkılmasıyla birlikte, ansızın çok sayıda ülkenin yatırımcılarından oluşan bir ‘sürü’nün özgürce koşturabildiği uçsuz bucaksız bir küresel ova oluştu.
Elektronik sürünün otlama, büyüme, çoğalma ve en sonunda güçlü süper piyasalara dönüşme fırsatını bulduğu yer, daha sonraları siber uzaya doğru genişleyen bu uçsuz bucaksız ova olmuştur. Küresel girişimciler günümüzde karşı konulmaz bir ekonomik büyüme kaynağı hâline gelirken, bu girişimciler, kaçırıldıkları zaman, hükümetleri bile devirebilecek kadar ürkütücü bir kuvvete dönüşebilmektedirler.
Friedman’ın yukarıda ifade edilen görüşleri, aslında 2000’li yılların başında Türkiye’de DSP-ANAP ve MHP koalisyon hükümetinin sonunu hazırlayan ve 2002 seçimlerinde bu 3 partiyi de yüzde 10 barajının altında bırakan krize de ışık tutmaktadır.
“UZUN BOYNUZLU SIĞIRLAR” NE DEMEK?
‘Uzun boynuzlu sığırlar’ metaforu ile, yabancı sermaye diye bilinen işle uğraşan çok uluslu (Ford, Intel, Compaq ve Toyota gibi) şirketler kastedilmektedir.
Bu şirketler, sadece gelişmekte olan ülkelerin hisse senetlerine ya da tahvillerine yatırım yapmakla kalmaz; çok ince hesaplardan sonra, doğrudan doğruya fabrikalara, kamu iktisadi teşebbüslerine ve enerji santrallerine yatırım yapıp, bu yatırımlarını da bir gecede geri çekmezler.
Küreselleşme sayesinde bu şirketler, eskisine göre daha çeşitli yollardan ve daha fazla ülkeye, daha büyük yatırımlar yapabilmekteler.
Soğuk Savaş döneminde, ülkeler gümrük duvarları ile kendi ekonomilerini büyük ölçüde koruma altına aldıklarından, bu şirketler, bu engelleri aşabilmek için, o ülkelerde uzun dönemli yatırımlar yaparlardı. Örneğin Toyota, ABD’de fabrika kurarak, doğrudan Amerikalı müşterilere mal satarken, Amerikalı firmalar da Japonya’da fabrika kurup Japonlara mal satar idi.
Çokuluslu şirketler, duvarlarla çevrili ‘eski’ dünyada, ayakta kalabilmek uğruna kilit pazarlarda fabrikalar kurmak zorundaydı. Böylece o pazarda daha iyi yerel üreticiler ve satıcılar hâline gelme fırsatını bulurlardı.
Ama teknolojinin, finansın ve enformasyonun demokratikleşmesi sonucu, Soğuk Savaştaki duvarların pek çoğu yıkılınca, çok uluslu şirketler, yabancı ülkelerde fabrika kurmak için eskisinden epey farklı bir teşvikle karşılaştı:
Çokuluslu bir şirketin istediği şeyi istediği yere satabileceği ya da istediği şeyi istediği yerde üretebileceği tek ve açık bir küresel pazar ve siber uzay ortaya çıktı!
Bu gelişme, rekabeti kızıştırdı ve pek çok sektörde kâr marjları düştü. Ve her çokuluslu şirket, azalan kâr marjını satış hacmiyle dengelemek üzere, küresel pazara satış yapmaya çalışmak zorunda kaldı.
Intel’in başkanı Craig Brett ve diğer CEO’ların, Silikon Vadisi’nde her ay bir dizi büyükelçi ve diplomat tarafından ziyaret edilip, bu ziyaretçilerin şunu dediklerini düşünürsek başka bir şey yazmaya gerek kalmaz herhalde:
“Fabrikanı al ve ne olur hemen bana gel!”
“KÜRESEL DEVRİM” NE DEMEK?
Küresel dünya bazında gerçekleşen enformasyon devrimi, insan hayatını derinden etkiledi ve liberal sistemin olduğu bütün ülkelerde, ekonomik kalkınma sonucu, kişi başına millî gelirin 15bin Doların üzerine çıktığı yeni bir orta sınıf ortaya çıktı.
Ve küresel şirketler -ne hükümetlerin ne de insan hakları örgütlerinin yapabileceği bir şekilde- ülkelerin iç işlerinin en derinine kadar nüfuz etme yeteneğini haiz olup; pek az ülkenin karşı koyabileceği baskılar dayatmaktadırlar.
Elbette ki, bu elektronik sürünün (yani küresel şirketlerin) ülkelerin iç işlerine nüfuz etmesinin sebebi demokrasi aşkı değildir. Bunların umursadığı tek şey kendi mülkiyetlerini çoğaltıp keyfi/hukukdışı işlemlere karşı kendilerini koruyabilmek amaçlı bir istikrar ve şeffaflıktır. Şeffaflığın işlevi, elektronik sürüye, daha fazla bilginin daha hızlı ulaştırılmasıdır. Çünkü şeffaf olmayan sistemlerde ciddi analizler yapamazsınız Bu sebeple son yıllarda elektronik sürü, genellikle ağır bedeller ödeyerek, finansal verilerde daha büyük şeffaflık talep etmeyi öğrenmiştir. Sürüye bağlanan ülkeler de -yine ağır bedeller karşılığında- finansal veri ve işlemlerinde ne kadar şeffaf olurlarsa, sürünün onlara sırtını ansızın dönüp gidemeyeceğini fark ettiler.
İşte bu sebeple, elektronik sürü, gelişmekte olan ülkelerin (aynı zamanda demokrasinin de gerekleri olan) yolsuzluktan ve kuralsızlıktan uzak yönetimler kurmasını isterler.
“ÇATIŞMAYI ÖNLEYİCİ ALTIN KEMERLER TEORİSİ” NE DEMEK?
Ünlü Fransız düşünür Montesquieu ‘Kanunların Ruhu’nda şöyle yazmıştır:
“Birbiriyle ticaret yapan iki ulus arasında karşılıklı bir bağımlılık oluşur; çünkü birinin satın almakta çıkarı varsa, öbürünün de satmakta çıkarı vardır. Bu yüzden aralarında karşılıklı zaruretler üzerine kurulu bir birlik vardır”.
Günümüze gelirsek, yapılan bir araştırma, aralarında savaş/sürtüşme olan iki ülke arasında, her ikisinin de McDonald’s restoranlarına kavuştuğu günden sonra, hiç savaş çıkmadığı tespit edilmiş.
Buradan hareketle Friedman, “çatışmayı önleyici altın kemerler teorisi”ni ortaya atmıştır. Bu teoriye göre, bir McDonald’s ağını ayakta tutacak büyüklükte orta sınıfa sahip bir ekonomik gelişmişlik düzeyine sahip olan ülkeler, birer “McDonald’s ülkesi olurlar. Ve McDonald’s ülkelerindeki insanlar savaşmaktan hoşlanmaz, bunun yerine hamburger kuyruğunda beklemeyi tercih ederler.
Elbette bu durum, insanların onur, korku ve çıkar kaynaklı savaşlarını tümüyle ortadan kaldırmaz ama görünen o ki, günümüzün küreselleşme anlayışı
*onuruna sahip çıkmak,
*tehditlere karşılık vermek ya da
*çıkarlarına hizmet etmek amacıyla
savaşı bir araç olarak kullanan ülkelerin önüne, eskisinden çok daha ağır bir fatura çıkarmakta ve sorunları, savaş olmadan çözmeyi ülkelerin çıkarlarına daha uygun hâle getirmekte ve savaşa girmenin bedelini modern tarihte hiç olmadığı kadar ağırlaştırmaktadır.
Elbette bu, bir daha savaş olmayacağı anlamına gelmez. Ama çağımızda artık liderler, savaşa girmeden önce eskisinden çok daha fazla düşünmek zorunda kalmaktadırlar.
“KAZANAN HEPSİNİ ALIR” NE DEMEK?
Küreselleşmenin en önemli yan etkilerinden birisi, sanayileşmiş ülkelerde zengin ile yoksul arasındaki uçurumun 1980’lerden sonra, göze çarpacak biçimde büyümesidir. Bunun sebebini “Kazanan götürür” ifadesiyle açıklayabiliriz.
Başarılı olanlar (zenginler) küresel pazara satış yapabilirken, başarılı olamayanlar (fakirler) yerel pazarla sınırlı kalmakta ve daha az kazanmaktadırlar.
Yani küreselleşme, dünyada bir “Kazanan hepsini alır” pazarı yaratarak, eşitsizliği yaygınlaştırmaktadır. Küresel dünyada, ancak yıldızlar ve en iyi ürünleri sunabilenler olağanüstü kazanç elde edebilmektedirler.
“DÜNYA DÜZDÜR” NE DEMEK?
Küresel rekabetin, ilerlemesini yavaşlatan tüm engelleri yıkarak dünyayı düzleştirdiğini iddia eden Friedman’a göre, küreselleşme 3 aşamada ortaya çıkmaktadır:
1.1492’den 19. yüzyıla kadar olan dönem:
Bu dönemde, ülkelerin ne kadar kas gücüne sahip olduğu ve bu gücün ne ölçüde yaratıcı kullanıldığı önemliydi. Çoğunlukla din veya emperyalizmden veya her ikisinden ilham alan hükümetler/ülkeler, duvarları yıkarak küresel bütünleşmeye giden yolu açtılar.
2.19. yüzyıl başından 2000’e kadarki dönem:
Bu çağın ilk yarısında küresel bütünleşmeye güç katan şey, buhar makinesi ve demiryolları sayesinde ulaşım maliyetinin azalmasıyken; ikinci yarısında, telgrafın, telefonun, kişisel bilgisayarların, uyduların, fiber optik kabloların ve internetin ilk şeklinin yaygınlaşmasıyla iletişim maliyetinin azalmasıydı. Malların ve bilginin, küresel bir piyasa oluşturmaya yetecek ölçüde kıtadan kıtaya hareket etmesi, ürünlerin ve işgücünün küresel olarak alınıp satılması anlamında gerçek bir küresel ekonominin doğduğunu ve olgunlaştığını bu çağda gördük.
Bu dönemin dinamosu, endüstrileşen ülkelerin pazar ve iş gücü için küresel düzeye çıkan çokuluslu şirketleridir.
3.2000-bugün arası dönem:
Bu aşamada küreselleşme uçuşa geçmiştir. 1.dönemde, küreselleşmenin itici gücü ülkeler; 2.dönemde şirketler iken; 3.dönemde ise bireylerdir.
Birey ve grupların bu kadar kolay ve sıkıntısız küreselleşebilmesine yol açan dinamo ise, küresel fiber optik şebekeyle birlikte bilgisayar yazılımlarıdır.
Ancak, bu dönem küreselleşmesinin eski dönemlerden ayrıldığı nokta, sadece dünyayı küçültüp düzleştirmesi ve bireyleri öne çıkarması değildir.
18. yüzyılda -dünyanın en büyük ekonomisi Çin olmakla birlikte- küreselleşmeyi gerçekleştiren ve sistemi şekillendiren Batılı ülkeler, şirketler ve girişimcilerdi. Ancak zamanla bu değişti. Dünyayı küçülten ve düzleştiren 3.dönem küreselleşmede, artık sadece Batılı bireyler değil, Batılı olmayan (yani beyaz olmayan) bireyler de ön planda; hatta artık ‘düz’ dünyanın her köşesinde gücü ellerine geçirmeye başladılar bile!
Berlin Duvarı’nın ve demirperdenin çöküşü, sadece serbest piyasa kapitalizminin yollarını düzleştirmekle ve Hindistan, Brezilya, Çin ve eski Sovyet İmparatorluğunda yaşayan 100 milyonlarca insanının devasa enerjisini serbest bırakmakla kalmadı; dünyayı eskisinden farklı ve sınırsız bir bütün olarak görmemizi sağladı. Çünkü “Berlin Duvarı yalnızca yolumuzu kesmekle kalmıyor görüşümüzü de kesiyor ve dünyayı tek bir Pazar/tek bir topluluk olarak düşünmemizi de engelliyordu”.
“KÜLTÜRSELLEŞME” NE DEMEK?
Bir ülkenin sanayileşmesinde iklim, doğal kaynaklar, coğrafya gibi unsurlar önemli rol oynamakla beraber; o ülkenin kültürel değerleri de anahtar rol oynar. Özellikle çalışkan, tutumlu, dürüst, sabırlı, kararlı, değişime/yeniliğe ve kadınların eşitliği fikrine açık olmak gibi değerler, ülkelerin ekonomik performanslarında son derece etkilidir.
Küreselleşme sürecinde kültürün 2 boyutu vardır:
1.Kültürümüzün ne kadar dışa dönük, yani yabancı fikirlere ne ölçüde açık olduğu?
2.Kültürün ne kadar içe dönük olduğu? Yani, ulusal birlik duygusu, kalkınmaya yoğunlaşma duygusu hangi ölçüde? Yabancılarla işbirliği yapma konusunda toplumun kendine güveni var mı? Toplumun elitleri geniş kitlelerin hayatına ne ölçüde ilgi gösteriyorlar? Memleketlerine yatırım yapmaya ne kadar hazırlar? Yoksa fakir vatandaşlarına kayıtsızlıkla yaklaşıp, başka ülkelerde yatırım yapmakla daha mı çok ilgileniyorlar?
“Bir ülkenin kültürü, yabancı fikirleri ve en iyi uygulamaları alıp kendi gelenekleriyle ne kadar birleştiriyorsa, ‘düz’ dünyada o kadar çok fırsat yakalar”. Buna “kültürselleşme” denir; yani yabancı kültürlere adaptasyon. Bu konuda Hint, Amerikan, Japon ve günümüzün Çin’inin doğal bir yeteneği var.
Örneğin Hintliler şöyle demektedirler: “Moğollar geldi, gitti. İngilizler geldi, gitti. Onların en iyi taraflarını alıp gerisini bıraktık. Hala köri yiyiyoruz; kadınlarımız hala sari giyiyor ve hala birbirine sıkıca bağlı büyük aileler şeklinde yaşıyoruz”. İşte Hintlilerin bu yaptığı ‘en üst düzeyde kültürselleşme’ olarak adlandırılmaktadır.
Sonuç olarak; “değişime en açık kültürler, en büyük avantaja sahiplerdir”.
KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE İSLAM DÜNYASI NE YAPIYOR?
Friedman’ın “Dünya Düzdür” isimli kitabında, bazı Müslüman ülkelerin, küreselleşme süreciyle yaptıkları kavga üzerinde durmaktadır.
Rekabette en büyük avantajın benimsemek ve uyarlamak olduğu küresel çağda, İslam dünyasını küresel işbirliğinden uzaklaştıran en büyük zorluklardan birisi, içtihat kapısını kapatan din adamları sınıfıdır Birçok Arap ülkesinde hala kabile kültürü ve düşünce tarzının egemen olmasının sebebi de budur. Örneğin, Bin Ladinciler, Suudi Arabistan’ı tüm yabancılardan ve yabancı etkisinden “temizleme” gayretindedirler.
Arap ülkelerinde, özellikle kadınları bir tehlike ve kirlilik kaynağı olarak görme, kamusal mekânlardan çekilmelerini ve ekonomik etkinlik göstermelerini engelleme gibi kültürel alışkanlıklar, birçok açıdan kalkınmaya engel oluşturmakta; bu da, toplumların potansiyellerini kullanmalarını engellemektedir. Nasıl ki vücudunun yarısını kullanamayan bir insan KÖTÜRÜM olursa; toplumun yarısını oluşturan kadınları dışlayan bir ülke de KÖTÜRÜM olarak yaşamaya mahkumdur.
İSLAM DÜNYASI KÜLTÜRSELLEŞMEYE DİRENİYOR MU?
Bir ülkenin en önemli erdemlerinden birisi hoşgörü kültürüdür. Hoşgörü kural olursa herkes gelişir; çünkü hoşgörü güveni besler; güven ise yenilik ve girişimciliğin temelidir.
Bir grupta, şirkette veya toplumda güven düzeyi arttığında, toplumsal işbirliği de gelişecektir. Geçmişte Müslüman İspanya, dünya tarihinin en hoşgörülü toplumlarından biri olduğu için aşırı derece ileriye gitmişti; ama bugün kendisini Müslüman ve yönetimini İslam Cumhuriyeti olarak tanımlayanlarda aynı hoşgörüyü görememekteyiz. Çünkü artık Müslümanlık, değişim ve yenilik kültüründen yoksun liderler tarafından yorumlanmaktadır. Ancak kültür, insanın DNA’sına kazınmış bir şey değildir; zamanla değişebilir: Örneğin Japonya ve Almanya, eskiden anormal militarist toplumlar iken son 50 yıl içinde, demokrasiye sadık toplumlara dönüştüler. İspanya, başkalarıyla iyi geçinmeyi ve ilerlemeyi, yaratıcı ve mutlu insanların oluşturdukları bir ticaret kültürüne sahip olduğu Müslüman zamanlarında öğrenmiş iken; bugün kendini Müslüman bir devlet olarak tanımlayan Suudi Arabistan ise, çağına uygun hiçbir üretim yapamadan, sadece petrolünü satarak yaşayabiliyor.
Bir diğer ters örnek vermek gerekirse de: Kültür Devrimi sırasında, ideolojik bir kültür çılgınlığının pençesine düşmüş olan Çin, bugün pragmatizm denince ilk akla gelen ülkelerden biridir.
Evet, sonuç itibariyle kültür önemlidir; ama genlerle değil şartlarla ve çevreyle iç içedir. Ve bir ülkenin lideri şartlara göre değişir ve uyum sağlarsa, o ülkenin kültürü de değişir ve şartlara uyum sağlar.
Belki Suudi Arabistan’ın bu kadar petrolü olmasa idi, oranın yöneticileri de, kendilerini değiştirmek zorunda kalacaklardı. Çünkü hayatta kalmaları için başka çareleri olmayan, doğal kaynaklar barındırmayan ülkeler, ancak ve ancak beyni yeni fikirlere açık insanları sayesinde gelişebilirler.
‘ORTA SINIF=UMUTLARI OLANLARIN SINIFIDIR’ DENİLEBİLİR Mİ?
Kültür ve eğitim çok önemlidir. Hindistan ve Çin’de eskiden beri aileler çocuklarına, doktor veya mühendis olmayı tavsiye ederler. Bugün ABD üniversitelerinde –kendi ülkelerine uçakla 16-20 saat uzaklıkta olmasına rağmen- 50şerbin Hintli ve Çinli öğrenci okumaktadır. ABD’ye çok yakın (uçakla 2-4 saat) olan Meksika’nın ise, ABD’de sadece 10bin öğrencisi okumaktadır. Ayrıca Meksika, dünyanın en büyük ekonomisinin sınırdaşı olmasına rağmen, bu büyük ekonominin dili olan İngilizceyi bile vatandaşlarına öğretmek için herhangi bir çaba sarfetmemektedir; çünkü devlet -Latin Amerikalı komşularının çoğunda olduğu gibi- Meksika’da da, ulusun çıkarlarını esas almaz; yerel veya yabancı egemen güçlerin çıkarlarını koruyan bir mekanizmayı destekler. Meksika Gelişme Araştırmaları Merkezi Başkanı Luis Rubio’nun şu sözleri durumu özetler: “Kendinize ne kadar güvenirseniz mitleriniz ve kompleksleriniz o kadar azalır. 1990’ların başlarında Meksika’daki en iyi şeylerden biri, Meksikalıların bunu yapabileceklerini düşünmeleriydi. Ancak hükümetin reformları durdurmasıyla bu özgüvenin büyük bir kısmı geçtiğimiz zaman zarfında yitirildi. Ve özgüven eksikliği, bir ülkenin geçmişinin ağzında sakız edilmesine neden olur.”
Oysa “Çin’de harika bir liyakat sistemi vardır. Bu sistem, Japonya’ya ve Kore’ye de taşınmıştır. Çalışanların hepsinde, temel bir ‘devletin bekası (=ölümsüzlük/kalıcılık)’ anlayışı var olup, tüm çalışanlardan devletin uzun vadeli çıkarlarını gözetmesi beklenir” (Francis Fukuyama).
YANİ, Çin’in başarısının tek nedeni, ucuz iş gücü değildir. Bu başarıda eğitim, altyapı, kalite kontrolü, başarılı orta düzey yöneticiler ve yeni teknolojilerin kullanılması gibi önceliklerin de katkısı var.
Kısacası, Çin sadece General Motors (GM) marka arabaların nasıl üretebileceğini öğrenmek istemiyor; kendisi GM olmak ve GM’u saf dışı bırakmak istiyor. İşte o yüzden, Küresel Rekabet Gücü Raporu’nda, Çin’in notu sürekli yükselirken Meksika’nın notunun düşmesi tesadüf değildir.
İnsanlarda umut varsa, orta sınıfınız var demektir:
Dünyada geniş ve istikrarlı bir orta sınıfın varlığı, bir ülkenin hem jeopolitik hem de ekonomik istikrarı için hayatidir.
Ancak biliniz ki orta sınıf, bir gelir aralığını değil, bir algı aralığını işaret eder. ‘Orta sınıf’, yoksulluktan ya da düşük gelir durumundan daha yüksek bir yaşam standardı ve çocukları için daha iyi bir geleceği ümid eden ve bunun için çalışan insanları tanımlar. ‘Orta sınıf’ sosyal hareketliliğe (çocuklarınızın sizden daha iyi bir ömür sürme şansı olduğuna) ve sıkı çalışma ile toplum kurallarına göre hareket etmenin sizi istediğiniz yere götüreceğine inanıyorsanız -günlük kazancınız ister 2 isterse 200 dolar olsun- fikri olarak orta sınıfsınız demektir.
Pek çok durumda, ‘düz dünya’da olanlar ile olmayanlar arasındaki çizgi, işte bu umut çizgisidir. Hindistan, Çin ve eski Sovyet İmparatorluğu gibi ülkeleri için iyi haber şudur ki: Bu ülkeler –birçok sorunu olsa bile- orta sınıf olma umudu taşıyan yüz milyonlarca insana ev sahipliği yapmaktadır.
11 EYLÜL TERÖRÜ NASIL OLUŞTU?
Dünya ülkelerinin küreselleşme sonucunda şimdiye kadar görülmedik şekilde bütünleşmesi, işbirliği olanaklarını arttırmış; bu, bazı kültürler üzerinde iyi tesir yaratmıştır. Ama, dünya düzleştikçe binlerce kilometre ötesindekilerin bile çok yakından fark edilmeye başlanması, insanların birbirinin muadilini her an takip etmesi sonucunu doğurduğundan, bu durum bazı kültürlerde, insanların kendilerini tehdit altında (hayal kırıklığına uğramış) hissetmesine yol açmaktadır.
Diğer (beyaz ve zengin adamın) kültürlerin yüksek ekonomik performansı, özellikle İslam dünyasında küçük düşme duygusunu açığa çıkarmış ve küreselleşme genç, işsiz ve hayal kırıklığına uğramış Arap-Müslüman erkeklerin birçoğunun büyük metropollere göç edip radikal örgütlerle ilişki kurmasına yol açmıştır -ki bu durum radikal gruplar için, son derece uygun bir sosyolojik ortam teşkil eder. El Kaide ve sair radikal İslamcı terör örgütlerinin doğuşuna yol açan faktörler işte bu ve benzeri duygulardır.
Sorgulamayı ve eleştirel düşünceyi öğretemeyen bir kültürde yetişmiş kişilerden oluşan bu gibi örgütler, zengin Batılı ülkeleri güçlü yapan açıklığı (=düşünce-araştırma özgürlüğü vs) gördükleri zaman, bunu yozlaşma ve çürüme olarak tanımlarlar. Oysa ki açıklık (kadınların güçlenmesi ve düşünce-araştırma özgürlüğü) Batıdaki ekonomik gücün sebebidir ve bunun farkına vardığı zaman, radikal Müslüman dünya da değişmek zorunda kalacaktır.
Ancak radikaller değişim istemiyorlar!
Hatta ‘açıklık’ı kendilerine karşı tehdit olarak algılayıp, onu püskürtmek için kasden güvene (yani toplumları açık, yenilikçi ve ‘düz’ tutan herşeye) saldırmayı tercih ediyorlar; çünkü biliyorlar ki, güven olmadan, açık toplum olmaz ve açık toplumda her boşluğa bir polis konulmaz. O yüzden, El Kaide gibi örgütlerin amacı:
Açık toplumu mümkün olduğu kadar çok terörizme maruz bırakıp güveni sarsmak ve duvarların örülüp hendekler kazılmasına yol açmaktır!
“11 Eylül hava korsanları, 1970’lerin başlarında Berkeley’de öğrenci olsalardı, radikal Troçkist olurlardı. 11 Eylül teröristlerini anlamak için kökünden yoksun bırakılmış, orta sınıfa ait ve kısmen sürgünde biçimlenmiş klasik devrimci profilini aklımızda tutmalıyız, mesela Lenin’in Zürich’teki, Pol Pot ve Ho Chi Minh’in de Paris’teki görüntüleri.. Radikal İslamcı teröristlere göre, İslamcılık yeni bir evrensel devrimci inançtır ve ‘Bin Ladin Che Guevara’dır!” (Friedman).
11 Eylül terörüne bulaşanlar, Avrupa toplumunda yaşamakla birlikte o topluma yabancılaşan ve insani sıcaklık/dayanışma bulmak amacıyla yerel cemaatlere yönelen, sonrasında da Afganistan gibi ülkelere gidip radikal gruplarla tanışan kişilerdir. Bunların dini keşfetmesi, yalnızca kişisel bir anlam arayışı değildir; bu kişiler, köktendinciliğin çok ötesine geçerek, İslamı politik bir ideolojiye, dini de totaliterizme dönüştürürler.
Gençler eskiden, bir şeylerden kaçmak için LSD kullanırken şimdi internet kullanıyorlar. Artık damardan uyuşturucu almıyorsunuz, internete sığınıyorsunuz ve tüm önyargılarınıza hitap eden keskin fikirleri internetten indiriyorsunuz. Yani küreselleşme, birçok olumlu mal ve düşüncenin yaygınlaşmasını kolaylaştırmasının yanısıra,olumsuzların da yaygınlaştırılmasını kolaylaştırmaktadır.100 yıl önceleri, anarşistlerin sempatizan bulma, diğer anarşistlerle iletişim kurma, işbirliği yapma ve herhangi bir eylem için bir araya toplanma yetenekleri sınırlıydı. Bugün ise internet sebebiyle, bu artık sorun değildir. ‘Unabomber’ (bkz: https://www.themagger.com/ted-kaczynski-unabomber) bile, internet sayesinde kendisininki gibi çarpık bir dünya görüşüne sahip kişiler arasında, “gücünü” büyütecek bir konsorsiyum kurabilir; çünkü internet, her şeyi inanılır kılarak, propaganda, komplo teorileri ve yalanları yaymak için olağanüstü faydalıdır.
Yani küresel dünya, teknoloji şirketlerinin olduğu kadar küreselleşen terör örgütlerinin de dostudur. Ancak bu örgütlerce amaçlanan ürün değil, şiddet üretmektir.
O nedenle, El Kaide ve onun gibi radikal dinci örgütlerin duygusal, politik ve teknik yükselişini de, ‘düzleşen’ (küreselleşen) dünyaya atıfta bulunmadan açıklayamayız.
Küreselleşmenin temel endişesi, göremediğiniz, dokunamadığınız ve hissedemediğiniz düşmanlardan (rakiplerden) gelebilecek hızlı değişim karşısındaki korku; yani işiniz ve hayatınızın adı sanı konmamış ekonomik ve teknolojik kuvvetlerce her an değiştirilebileceği korkusudur.
Çok akışkan olan küresel piyasalarda, dünyanın bir uçundan diğer ucuna bir ‘tık’la, sadece bilgi değil, milyarlarca da para aktarılmakta olup; bu piyasa, en güçlü hükümetlerin bile düşmesine yol açabilmektedir. O nedenle, bazı ülkeler kendilerini küresel sistemin parçası olarak görmeseler bile, önünde sonunda küreselleşmekte ve küresel sistem tarafından biçimlendirilmektedirler.
AVUKAT-SOSYOLOG
MUKADDES GÜNSU AKÇAGÖZ
Alıntılar Thomas L. Friedman (Lexus ve Zeytin Ağacı, Küreselleşmenin Geleceği; Dünya Düzdür, 21. Yüzyılın Kısa Tarihi) :
Kendisini ‘şahin küreselci’ olarak tanımlayan Friedman’ın görüşleri dünyada büyük ilgi görmüş; bu makalede ele alınan 2 kitap birçok ülkede best-seller olmuş ve akademisyenlerce olumlu-olumsuz 10 binlerce atıf yapılmıştır. Friedman iktisat bilimine yeterince hâkim olmamakla eleştirilip, dünyanın dediği kadar düz olmadığı eleştirilerine de maruz kalmıştır.
Elbette Friedman’a başta ‘abartılı teknolojik determinizm’ olmak üzere çok sayıda başka eleştiri yöneltilebilir. Küresel sermayenin ideoloğu olmakla suçlanabilir. Ancak bütün bu eleştiriler onun çarpıcı/metaforik bir dille ortaya koyduğu küreselleşme analizlerinin önemini tümüyle ortadan kaldırmaz.
ERZURUM İNGİLTERE’DE OLSAYDI…
ERZURUM’UN HINIS ŞEHRİ İNGİLTERE’NİN SWANSEA’Sİ (‘Kuğu’ şehri) OLAMAZ MI?
Malum olduğu üzere, ülkemizde kentsel dönüşüm, özellikle de 1999 Marmara depreminden sonra, son 20 yılın en güncel konularından biri olmuştur. Ama, her şeyde olduğu gibi, bunda da derin bir araştırma yapmayıp deneme-yanılma metodunu uyguladığımızdan, bir türlü istikrar yakalayamadık.
Örneğin önce, gecekondulara izin verdik; sonra, gecekonduları yıktık; daha sonra gecekondulara tapu verdik; bilahare, onlara verdiğimiz tapu ve tahsis belgelerini iptal ettik; daha sonra, gecekonducuların elinde kalan son arazileri alıp, Toplu Konut İdaresi ve Belediye ile ortak (yani özel sektör&Devlet ortaklığı şeklinde) zenginler için büyük siteler kurduk; ve hala da kurmaya devam ediyoruz..
Yani, herhalde ‘çok’ bilinçli olduğumuzdan, bir zamanlar gecekonduculara savaş açmışken, gecekonducuları zengin etme modeline geçiş yaptık.
Gördüğünüz gibi, ülkemiz, her açıdan olduğu gibi, model açısından da çok zengin!
Topraklarımızda yaşayan farklı soy ve kültürlerin zenginliği nedeniyle kimilerinin ‘ebru’ kimilerinin de ‘mozaik’ diye tanımladığı bu ülkenin, bu kadar çeşitli modeller geliştirmesi tabii ki normal diye düşünmekle birlikte, böyle bir ülkenin yönetimine talip siyasetçilerimizin daha profesyonel olmasını arzu ederdim doğrusu L
Bakıyoruz da, ilköğretim süresi ve şekli konusunda bile, 1923’den bu yana bir türlü kafa karışıklığını giderememiş siyasetçilerimiz, kentsel dönüşümde de, sürekli model değiştirmişler.
..
Herhalde, biz “Avrupa bu konuda neler yapıyor?” diye etrafımıza bir göz gezdirmeyi düşünmediğimizden, sürekli model değiştirmekle uğraşalım; atı alan Üsküdar’ı geçmiş ve vatandaşlarını rahat ettirmek için sürekli çalışmış!
Örneğin, İngiltere’de neler mi olmuş?
“Neden İngiltere?” dediğinizi duyar gibi oluyoruz. Kentsel dönüşüm, ilk orada başladığı için, isterseniz oralara bir gidelim:
İngiltere’nin kömür madenleri kapanan ve tekstil sanayisi çöken kuzey ve orta bölgelerinde, bazı alanların insansız ve yatırımsız kalması sonucunda ciddi sayıda konut atıl kalıp bu bölgeler –aynen İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ve hatta Karadeniz’in birçok yöresinde olduğu gibi- ekonomik olarak gerileyip buralar nispeten daha varlıklı kesimin yaşadığı şehirlerle rekabet edemeyince, İngilizler işbu geri kalmış bölgelerdeki konutların terkedilip, genç nüfusun artık orada yaşamak istememesi nedeniyle, köhne konutları yıkmak, mevcutları ise iyileştirmek (refurbishment), yeni konut inşa etmek, çevre düzenlemeleri yapmak ve gençleri, o şehirde yaşamaya teşvik etmek için çözüm arayışına gitmişlerdir.
Bu nedenle -aynen bizim Güneydoğu Anadolu Bölgesine benzeyen- bu geniş topraklarda, kömür yataklarında, stratejik konumda fakat atıl kalmış/terkedilmiş sanayi bölgelerinde, o alanları bomboş bırakıp bölge insanını büyük kentlerde yoksulluk ve işsizliğe mahkum etmek yerine; oralara özel yatırımları çekip bu atıl bölgeleri ekonomiye kazandırma yolunu seçmişlerdir..
Bunun için de önce “Acaba bu şehir neden geri kalmış? Ve nasıl ilerletilebilir?” diye düşünüp projeler üretmişlerdir..
Peki, bunu nasıl ve ne için yaptılar?
Devlet, yerel halkın işsizlik ve imkansızlık nedeniyle büyük şehirlere göç ettiği, yaşlılardan başka kimsenin yaşamak istemediği, tabiri caizse terk edilmeye yüz tutmuş şehirlerdeki insanların, artık büyük kentlere göç etmemelerini veya göç etmişlerse de geri dönmelerini sağlamak için, “Sürdürülebilir bir dönüşüm programını yerel düzeyde nasıl yaratırız?” şeklinde düşünüp; ‘Bölgesel Kalkınma Ajansı’ dediği bir takım ajanslar/fonlar kurarak; bu bölgelerdeki boş (atıl/geri) arazilerin satın alınmasından, boşaltılıp kullanıma hazır hale getirilmesine ve arazinin geliştirilmesine kadar –özel sektörle de işbirliği yaparak- doğrudan süreci yönetmiştir.
Ve devlet-özel sektör işbirliğinde kurulan “Urban Regeneration Agencies” (Kentsel Yeniden Yapılandırma Şirketleri), önce İngiltere’nin Shaffield, Liverpool ve Manchester şehirlerinde 3 pilot proje ile işe başlamıştır.
Bu şirketler, bir alandaki yatırım ve gelişimi eşgüdümlü bir şekilde yönetmeyi hedefleyen ve devlet tarafından belli bir bölgede, 10-15 yıl gibi sınırlı bir süre ile kurulan ve Bölge Kalkınma Ajansları’nca fonlandığı halde –Türkiye’nin tersine- kamulaştırma yetkileri olmayan –bilindiği üzere TOKİ’ye kamulaştırma yetkisi verilmiştir!- daha çok serbest piyasanın girmek istemediği alanlarda gelişmeyi başlatmak için oluşturulan şirketlerdir.
Öncelikleri de, rağbet görmeyen veya terk edilen bölgelerin, fiziksel gelişmesi ve geri kazandırılmasıdır.
Sonuç olarak;
Tüm İngiltere’de, 9 adet ve her biri 1 milyondan fazla nüfus barındıran ‘Konut Piyasası Yenileme Alanı’ ilan edilmiş; bu alanlar, genel olarak sanayisizleşmenin yerel ekonomiyi ciddi düzeyde gerilettiği, yoksulluk ve anti-sosyal davranışların yüksek oranda gözlendiği, kötü kamu ve özel işletmelerinin bulunduğu yerlerdir.
Ve en önemlisi her bölgede, yerel yönetim; merkezi yönetim, Bölge Kalkınma Ajansı, konut geliştiricileri (özel emlak geliştirme şirketleri), polis teşkilatı ve sağlık otoritesi ile işbirliği yaparak çalışmaya başlamıştır.
İş Geliştirme Bölgeleri (Business Improvement Districts-BİD)
İngiltere’de, bu arada, yeni bir yasa ile, geri kalmış şehirlerde adı BİD (İş İyileştirme Bölgesi) olan bölgeler tespit edilerek özel sektöre, buralarda kamu hizmeti sunma yetkisi verilmiştir. Yani sokak temizliği, kaldırımlara ve parklara sokak mobilyası kurmak, güvenlik gibi hizmetler özel sektör tarafından ödenen “ilave vergi” ile sağlanmaya başlanmıştır.
Bu, gönüllü bir vergi olup, mantığı şudur:
Özel sektör, daha önceden kamunun sunduğu bazı hizmetleri, iş geliştirme bölgesi olarak tayin edilen bu yerlerde devletten devralmaktadır.. Ama, onların özel sektörü -zannederim- hükümetin kodamanlarının akrabalarına kurdurduğu ve sadece kendi menfaatini gözeten şirketlerden ibaret değildir L
Hınıs gibi şehirlerde ise devlet neler yapmaktadır?
İngiltere’nin bazı şehirleri, devlet bütçesinin kamu harcamalarına ayırdığı kısmın azalıp -bazı sebeplerle- kenarda köşede kalmış şehirlerin, diğerleri ve hatta büyük alışveriş merkezleri ile bile rekabet edememesi ve sanayisizleşme yüzünden gözden düştüğü için (tabii ülkemizde terör, fakirlik, işsizlik, iş alanlarının yokluğu gibi nedenlerle) devlet, yerel halkı oralara çekerek o yerin ekonomisini canlandırmayı hedeflemiştir.
Bunun için, ilkin, bölgenin güvenliğine ve estetik görünüşüne özen gösterilerek, perakende mekanları, sanayi binaları ve iş parkları açılmıştır.
Swansea’de Neler Yapıldı?
İngiltere’nin Galler bölgesindeki “Swansea” (tercümesi: KUĞU şehri; okunuşu: ‘svonsi’) şehri; şehrin dışında büyük alışveriş merkezlerinin açılması ve merkezdeki güvenlik sorunları vs.den oluşan olumsuz algı sonucunda konutların banliyölere doğru kayması sebebiyle gözden düşmüş bir kent idi.
Bu şehrin halkını, yeniden şehre çekmek amacıyla 2006 yılında ‘İş İyileştirme Bölgesi’ (BİD) oluşturuldu. Önce “Kuğu Şehri”ndeki esnaflar, işverenler ve ticari örgütler biraraya gelerek bir şirket kurdular ve yürütme kurulu oluşturdular.
Kar amacı gütmeyen ve elde ettiği kazancı, şehrin ihtiyaçlarına aktarmayı hedefleyen bu ‘İş Geliştirme Şirketi (BİD), ilk etapta 5 yıllık bir plan yaparak, şehrin daha çok tercih edilen, geçilen ve harcama yapılan bir yer olmasını; ticaret ve alışverişin canlandırılmasını hedefledi.
Bu çerçevede, şirket, ‘Kuğu’ şehrinde, şehre yeni işletmeler kazandırmak, çevreyi iyileştirmek, güvenliği arttırmak, aydınlatma ve sokak elemanlarını düzenlemek gibi uygulamalar için hem yerel polis teşkilatı hem belediye hem de diğer kurumlarla birlikte çalıştı (http://www.swanseabid.co.uk/objectives.asp).
Yerel halkla yapılan ciddi görüşmeler sonucunda onların beklentileri listelenerek, şehre yapılması gerekli hizmetler, 5 yıllık planda etap etap listelendi; şehrin geliştirilmesini amaçlayan vizyon; basit çoğunluk prensibiyle işleyen komitenin oylamasına sunuldu ve onaylanan teklif uygulamaya geçirildi.
Bu plandan faydalanan herkes de, BİD’lerin bütçesine katkı sağladı ve yerel esnaf, CİROSU İLE MÜTENASİP ŞEKİLDE harcamaların ödenmesine katıldı.
Peki Bu Model Hınıs’da Uygulanamaz Mı?
Bizde bir algı vardır: “Avrupalı yapar, Türkiyeliler bakar.”
Oysa çok yanlış bir algıdır bu. Nedeni de, gerek ebeveynler gerekse diğer aile büyüklerinin evdeki çocuklara “Sen sus! Sen anlamazsın!” şeklindeki hitaplarıdır.
Aslında, her insanın kendine özgü bir yaratıcı zekası vardır; ama yaratıcı zeka, kendine güven doğrultusunda işler. Çocuğu, aile içinde durdurmak, onu susturmak, ileri yaşlarda, beyni koyun gibi çalışan insanlar olmamıza yol açar. Bu ise, önce bizi, sonra ailemizi, en sonunda da ülkemizi bir felakete götürür.
Bu felaketin adı, “SIRADANLIK FELAKETİ”dir.
Dünyanın en değerli kaynaklarına sahip ülkeleri sömürgeleştirmek suretiyle Dünyayı yöneten İngiltere’nin yaptığını biz neden yapamayalım ki? Bence, daha alasını da yapabiliriz. Üstelik bunun için, sömürgeleştirmeye de ihtiyacımız yok! Yeter ki, sıradanlıktan uzaklaşıp, farklı fikirlere açık olalım…
Mesela Erzurum’un küçük bir ilçesi olan Hınıs’ı neden bir KUĞU ŞEHRİ’ne dönüştüremeyelim ki?
Yerel halkın, memuriyet veya yaşlılık dışında kalmak istemediği; hatta bazı kızların, evlenmek için bulduğu aday Hınıslı olduğunda, sırf Hınıs’da yaşamamak için, onunla evlenmekten vazgeçtiği; oturumun M.Ö. 1500’lü yıllara dayandığı (http://www.hinis.gov.tr/hinisin-tarihcesi) bu tarihi şehri, bir KUĞU ŞEHRİ’ne dönüştüremez miyiz?
Belki kuğular yaşamaz topraklarında; ama antiloplar yaşar, belli olmaz J
Hınıslıların, memleketleri ile övünmek için yapmaları gereken daha fazla şeyler olduğu düşüncesi ve bu yazının, Hınıs’ın aydınlık insanlarına ve Devlet yöneticilerimize bir ışık tutabileceği ümidiyle…04.10.2019
Avukat-Sosyolog MUKADDES GÜNSU AKÇAGÖZ
YÜKSELİRKEN ALÇALIYOR MUYUZ
GAZETE HABERİ:
“Kartal’da çöken binanın enkazı kaldırıldı. 21 kişi yaşamını yitirdi, 14 yaralı var. İstanbul Valisi Ali Yerlikaya İstanbul Kartal’da çöken Yeşilyurt Apartmanı’nın enkaz kaldırma çalışmalarının sona erdiğini, enkazda 21 kişinin cansız bedenine ulaştıklarını, 14 kişinin ise yaralı olarak kurtarıldığını açıkladı. “
…….
Apartmanlar yükselir, komşuluk zayıflar. Ve yalnızlık, insanı çaresizliğe sürükler. Çaresizlik ise ölüme..
……
Biliyorsunuz, Ocak 2019’da Kartal’da bir apartman çöktü durup dururken. Deprem falan da olmamıştı oysa. 8 katlı apartman yerle bir oldu birden. Ve belki de birbirini tanımayan, görse selam bile vermeyen 21 insan, birbirinin üstüne yığıldılar, maalesef aynı mezara girdiler. O en güzel şeylerini yaşadıkları binanın kalıntıları, onların mezarı oldu.
Bu yıkımdan kısa zaman önce, dairenin birinde üstüste 2 kez patlayan cam, bu binada bir şeylerin yolunda gitmediğinin göstergesi iken; zayıflayan komşuluk nedeniyle, kimse olan biteni konuşmamıştı bile.
Çöplerini kapılarının önüne çıkarırken, birden bire açılan karşı komşunun kapısını duymazdan ve bakışını görmezden gelen, bir selamı almaktan bile gocunan komşuluk, kendine bu apartmanı mezar seçmeden çok önce ölmüştü belki de..
Çocukların o doğuştan gelen insan sevgisini, ‘aile’ denen kurumda eritip –ülkemizde yayılmış kıskançlık hastalığı nedeniyle- düşmanlık tohumlarına dönüştüren ilişkiler yumağı, bir yünün birbiri içine girip bir daha çözülemeyecek bir düğüm haline gelmesi gibi, öldürdü ülkemizde komşuluğu.
Artık sadece maddelerle ilgiliyiz. İşimiz-gücümüz, parayla elde edilen ‘şey’ler ve de bedenimiz..
Örneğin, velev ki otoparktaki yerimize komşumuz park etmiş olsun, sanki saldırmak veya cinayet işlemek için elimize bir neden geçmiş gibi, kendimizi komşumuzun kapısına atmayı ne kadar da iyi öğrenmişiz?
Veya incecik olma uğruna spor salonlarından çıkartmadığımız bedenimizi güzelleştirmeyi bu kadar kafamıza takarken, ne kendimizin ne de başkasının ruhu ile ilgilenmememiz ne derece doğru?
Birbirimizi sevmek değil ama, anlamak/hoş görmek/farkında olmak bu kadar mı zor?
Kendimizi bir ‘site’nin yurttaşı olmaya adamak, en önemli yaşam gayemiz haline gelirken; o birlikte yaşamak için can attığımız komşularımızla ne kadar da uzak bir ilişki kurduğumuzu hiç düşünüyor muyuz acaba?
Bu görmezden gelme, bu hoş görememezlik, bu vurdum-duymazlık nerden geldi yapıştı yakamıza?
Kendimizi ölümsüz zannedip, hayatımızı, bizden en az 100-200 sene daha fazla yaşayacak evlere-eşyalara gömmemiz ve benliğimizin bu ‘hiç’ler uğruna kaybolup gidişini farkedemeyişimiz ne kadar doğru?
Adına ‘insan’ denen bu ‘biz’, ne zaman dönüştük bu ‘mahlukat’a?…
Avukat Sosyolog MUKADDES GÜNSU AKÇAGÖZ
KADIKÖY’DEKİ KÜÇÜK ARKADAŞIM
Ülkemizin sorunlarından biri de küçük yaşta çalıştırılan çocuklardır.
Bugünkü hikayem, Kadıköy/ Moda’daki küçük arkadaşım için.
16 Haziran gecesi -saat 23.00 gibi-, Moda sahilde bir arkadaşımla otururken yanımıza, 8 yaşlarında bir erkek çocuğu geldi. Elinde mendil ve birkaç saç tokası vardı; bunları satıyordu. Bizimle sohbet etmeye başladı. I phone şeklinde bir çakmak bulmuş yerden, üstü biraz çamurlu.
– “Telefonum nasıl? yerden buldum, nefis değil mi sence de? sadece fotoğraf çekmiyor, diğer her şeyi yapıyor” dedi bana tatlışım.
– “Çok güzel, senin mi? baya kaliteli bir şey o ya.” diye cevap verdim.
Halbuki, elindeki şey bir çakmaktı; telefon değildi; o da bunun pek tabi farkındaydı. Ama belli ki, elindekini telefon olarak hayal edip oynamaktan büyük zevk alıyordu.
– “Islak mendilin var mı, çok kirli bu telefon” dedi bana.
– “Var dur vereyim” dedim.
Verdim, temizledi. Nasıl mutlu oldu; onu mutlu görünce öpesim geldi yanaklarından. Biraz sohbet ettik, derslerini, ailesini, evini sordum. Anlattı. Ama bir sorun vardı. Derslerini sorduğumda:
– “Hepsi sıfırmış karnemdeki notlarımın; babam öyle diyor” dedi.
Öyle bir karne olmayacağını hepimiz biliyoruz. Anladım ki, aile, çocuğu okuldan soğutmak için bunları söylüyor. Çünkü böyle aileler için okumaktan daha önemli olan, okumak değil , küçük yaştaki bu çocuğun çalıştırılması !!!
O gece öylece vedalaştık.
Aradan 3 ay geçti. Yine, Moda’daydım. Gördüm onu; o da beni gördü, yanıma koştu.
– “Telefonun nerede ?” dedim
– “Çaldılar onu; seninki ile biraz oyun oynayabilir miyim ?” dedi.
– “Benim telefonumda oyun yok, ama istersen birlikte başka şeyler oynarız; mesela el kızartmaca?” dedim.
Gözleri ışıldadı.
……….
Kadıköy-Moda’daki bu küçük arkadaşım, çocukluğunu yaşayamıyor.
Çünkü ailesi onu çalıştırıyor.
Çünkü ailesi onu okuldan soğutmak için yalanlar söylüyor.
Çünkü ailesi onu önemsemiyor.
Burada, şuna değinmek isterim ki; eğer çocuklar, çocukluklarını yaşayamazlarsa, ileride problemli bireylere dönüşürler.
Çocuklar, oyun oynamalı, gezmeli, eğlenmeli, okula gitmelidir !
Çocuklar, işçi değildir!
Çocuklar, bizim sömürge olarak kullanacağımız varlıklar değildir !
Bu şekilde çalışmak zorunda bırakılan çocuklar, bariz haksızlığa uğramaktadır. Hukuk, hak dengesini oluşturan ve denge oluştuktan sonra da bu dengeyi koruyan bir bilim dalıdır. Hukuk, böylesine haksızlığa uğrayan çocuklara, sahip çıkmak; onları korumak zorundadır!
Artık, metro veya otobüs istasyonlarında, çalışan çocuklar görmemeliyiz!
Çöp taşıyan çocuklar görmemeliyiz!
Ellerinde kitapları olan, oyuncakları olan, okullarına gidip; okuyan; mutluluktan gözleri parlayan çocuklar görmeliyiz. Gözlerinde umutsuzluk olan her bir çocuktan hepimiz sorumluyuz.
Küçüklerimizin mutlu ve umutlu gözleri, hayata pozitif bakmayı beraberinde getirecektir. Bu çocuklar, sağlıklı beyinlerle büyüyüp yetişkin birey olduklarında; içinde bulunduğumuz bu hayat döngüsü de daha sağlıklı daha kaliteli hale gelecektir.
Kaliteli bir yaşam için, kaliteli insanlar yetişmelidir. Kaliteli insan, kendini gerçekleştirebilen kişidir. İnsanın kendini gerçekleştirebilmesi için; hayallerine kavuşabilmesi; kavuşturulabilmesi şarttır. Mutlu bir çocukluk dönemi geçirenler; ileriki yaşlarında toplum için çok daha sağlıklı birey haline gelir.
Dikkat ederseniz, ülkede suç işleyenlerin çoğu, geçmişin izlerini üzerlerinde taşıyanlardır. Onlara bahşedilen hayat, onları mutsuzluğa, umutsuzluğa sürüklüyor. İnsanın mutlu olmaya ihtiyacı var. İnsan hep mutluluğu arar; bu içgüdüseldir. Bu mutluluk arayışında; bilinçli bireyler yetiştirebilirsek; onların hayatlarına ışık tutmuş oluruz. Çünkü, insanlar bilinçli olmadıklarında; amaçları sadece mutluluğu bulmak üzerine olduğundan; düşünmeden hareket eder ve yanlış kararlar verir.
Uyuşturucu ve keyif verici madde kullanımı, fuhuş, insan ticareti gibi büyük suçlardan tutun cebir, tehdit, şantaja kadar tüm bu suçların altında insan psikolojisindeki bozukluklar yatar. Bu psikolojiyi, ta çocukluktan sağlam tutmak gerekir.
Bir deyim vardır biliriz hepimiz: “Temeli sağlam tutmak”.
Bireyin temelleri çocuklukta atılır; ve bu temel ne kadar sağlam atılırsa o kadar da sağlam yetişkin bireyler oluşur.
Bu yüzden;
Çocuklara önem verin.
Çocuklarınızın, çocukluklarını yaşamasına izin verin.
Kendilerini gerçekleştirebilmeleri için onlara fırsat tanıyın.
Psikolojik, sosyolojik, pedogojik vb. tüm alanlarda, onlara konfor sağlayın.
Eğer, bunları çocuklarınıza veremeyecekseniz, lütfen çocuk yapmayın !
Çünkü toplum, ancak bu şekilde ilerleyebilecek.
Çünkü ülkedeki suç oranları ancak bu şekilde düşebilecek.
Çünkü ahlaklı, aklı başında, iyi ve çalışkan bireyler ancak bu şekilde oluşabilecek.
Çünkü cehalet, ancak bu şekilde son bulabilecek !
OKUYUN, OKUTUN! EN ÇOK DA ÇOCUKLARI OKUTUN, ONLARIN YANINDA OLUN! ONLARA DESTEK OLUN!
Av. Buse YILDIZ
CİNSİYET DEĞİŞTİRME
Aşağıdaki yazı, cinsiyet değişikliği için takip etmeniz gereken hukuki ve tıbbi adımları göstermektedir. Bu adımları atarken, “Mukaddes Hukuk Bürosu” olarak bilgi ve deneyimlerimizi Sizinle paylaşıp; yanınızda olacağız:
*
Cinsiyet: Erillik ve dişilik arasındaki farklılığı gösteren özelliklerdir. Cinsiyet 2 şekilde belirlenir:
1.Doğumla atanmış cinsiyet: Doğum anında bebeğin genital bölgesine bakılarak belirlenir.
2 genital organa birden sahip olarak dünyaya gelen kişilerin (buna çift cinsiyetlilik (interseks) de denir) genellikle ailesinin ve doktorların kararıyla bir cinsel organı köreltilerek, o kişi tek bir cinsiyete zorunlu kılınır.
2.Cinsel kimlik(sonraki tercihle belirlenir): Kişinin biyolojik cinsiyetini değil, kendisini tanımladığı cinsiyete ilişkin kimliğini ifade eder. Bireyin kendi bedenini ve benliğini toplumsal cinsiyet kategorilerinden birine ait hissetmesi; yani, kendisini belli eşeylik içinde algılamasıdır. Bu sadece bedenle değil, aynı zamanda ruhla da doğrudan bağlantılıdır.
Ruhun cinsiyet tayinindeki rolünü 1945 yılında Neuchatel Kanton Mahkemesi verdiği kararda şu şekilde ifade etmiştir:
“Kişinin cinsiyetini belli eden sadece bedeni değil aynı zamanda ruhudur. Beden ve ruh arasında çatışma çıktığında, bunlardan hangisinin üstün durumda bulunduğunu ve kişiyi erkek veya kadın olarak belirlediğini araştırmak gerekir.”
Cinsellik: Biyolojik yapı üzerine eklenen sosyolojik, psikolojik ve felsefi boyutları da içeren içgüdüsel dürtülerdir.
Cinsel (seksüel) yönelim: Kişinin cinsel dürtülerinin yöneldiği, bireyin duygusal veya cinsel beraberlikler için seçtikleri partnerlerin cinsiyetlerine göre belirlenmektedir.
Cinsel Yönelim Şekilleri
1.Heteroseksüellik: Karşı cinsiyete yönelim.
2.Homoseksüellik (eşcinsellik): Kendi cinsiyetinden birine yönelim.
Homoseksüellik 2’ye ayrılır:
a. Lezbiyenlik: Kadın olup başka bir kadına cinsel ve romantik anlamda ilgi duymaktır.
b. Geylik (Gay): Erkek olup başka bir erkeğe cinsel ve romantik anlamda ilgi duymaktır.
3.Biseksüellik: Her iki cinsiyete birden yönelim.
Transseksüellik: Kendisini karşı cinse ait hisseden, karşı cinse benzeme talebi duyan ya da kendisini karşı cinsten biriymiş gibi hisseden kişilere verilen addır. Hem erkek hem de kadın için geçerlidir. Kısaca kişi erkek olmasına rağmen kadın olmayı isteyebilir; kadın olmasına rağmen erkek olmayı isteyebilir. Bu durum, kişinin davranışlarından çok, iç dünyasında kendisini karşı cinsten birisi gibi görmesi ve hissetmesidir.
Travestilik: Genelde cinsel haz almak amacıyla, karşı cinsin kıyafetlerini giymektir. Kalıcı bir cinsiyet değişikliği isteği olmayabilir. Bu nedenle travestilik, cinsiyet kimliği ya da yönelim değildir. Bu terim Avrupa’da kullanılan “crossdresser” (karşıtgiysicilik) kavramıyla denktir.
*
Cinsel yönelimlerini belirlemede, insan psikolojisi farklılık gösterdiğinden tamamen bu kategorilerden ibaret bir cinsel yönelim tablosu olmadığını savunmakla beraber, yine de kendinizin, eğer bu kategorilerden birinde olduğunu düşünüyorsanız –cinsel kimliğinizi belirlediyseniz- ve gerekli hukuki işlemlere başlamak istiyorsanız şunları yapmalısınız:
*
CİNSİYET DEĞİŞTİRMEDE HUKUKİ VE TIBBİ SÜREÇ
Tıbbi bir müdahale ile kadın veya erkek olmak istiyorsanız, öncelikle Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlık Belgenizi, yani kimliğinizi değiştirmeniz gerekmektedir.
Kimlik değiştirmek yani pembeden maviye, maviden pembeye geçmek için, önce mahkemeye başvurmak zorundasınız. Bu davada, hakim Sizi önce bir hekime yönlendirecektir.
Cinsel kimliğinizin belirlenmesi için, hastanelerde Cinsel Kimlik Konsey’leri oluşturulmuştur. Bu konsey içerisinde bir psikiyatr, bir plastik cerrah, bir kadın doğumcu, bir ürolog, bir genetikçi, bir endokrinolog ve de bir de hukukçu bulunmaktadır.
Hekimler Sizi, psikolojik ve fiziksel anlamda ameliyat olmaya hazır mısınız? Buna uygun musunuz? diye inceler.
İlk önce psikiyatra gözükürsünüz. Cinsel Kimlik Konseyi’nde psikiyatr Sizin hazır olduğunuzu düşünürse Konseye çıkarır. Onun raporu ile diğer doktorların aşamalarına geçilmektedir.
Cinsel Kimlik Konseyleri; İzmir Dokuz Eylül, İstanbul Cerrahpaşa, Ankara Hacettepe ve İstanbul Çapa Hastaneleri’nde bulunmaktadır. Diğer eğitim ve araştırma hastanelerinde, ne yazık ki trans başvurucuların yeterli hizmeti, hızlı ve herhangi bir ayrımcılığa uğramadan almaları çok nadirdir.
Psikiyatr, Sizin hazır olduğunuza nasıl kanaat getirir? Eğer ameliyat için başvuran kişi kadın ise, psikiyatr burada özellikle şunu ayırt eder. Bu kişi lezbiyen mi değil mi? Kişinin burada lezbiyen olup olmadığı son derece önemlidir.
Eğer kişi lezbiyen ise aşamalar değişmektedir. Lezbiyenlik halinde, değişiklik şart ise öncelikle endokrinolog, hormon tedavisi ile testesteron –erkeklik- hormonları verir. Kişide 6 ay sonra vücudunda değişiklikler meydana gelir; kıllar oluşur, adet düzensizlikleri artar, sesi kalınlaşır.
Eğer kişi bu durumdan mutluluk duyuyorsa, gerçekten karşı cinse dönüşmek istiyordur. Psikiyatr “Bana göre bunun cinsiyet dönüşümü gerekli” diye bir rapor hazırlar.
Ama psikiyatr kişiyi inceler ve dönüşümün onu mutlu ettiğine inanmazsa, olumsuz rapor hazırlar. Eğer kişi bu aşamada cinsiyet dönüşümüne elverişli hale gelir ise konseyden olumlu rapor çıkar.
Bu olumlu rapor mahkemeye gönderilir ve ameliyat aşamasına geçilir. Ameliyat sonrası da hastane raporları mahkemeye gönderilir ve mahkeme, raporların olumlu olması durumunda yeni kimliğinizin verilmesi için ikinci bir karar verir.
Eğer bir kadın, erkeğe dönüşecekse kadın doğumcu tarafından, rahmi ve yumurtalıkları alınır; plastik cerrahı memelerini alır ve yaklaşık 6 ay sonra da penisini yapar; eğer bir erkek, kadına dönüşecekse ürolog tarafından testisleri ve penisi alınır; plastik cerrahı da vajinasını yapar. Bu operasyonla, bir insan kalıcı olarak üreme fonksiyonundan men edilmiş olur.
Bir insanı kalıcı olarak üreme fonksiyonlarından men etmek suç olduğundan, bu operasyonların bir suça dönüşmesini engellemek için, kişinin rızası ile birlikte, bu tıbbi ve hukuki adımların tek tek aşılması gereklidir.
İleride kişi, “Doktor beni izinsiz ameliyat etti” deyip şikâyetçi olursa, doktorlar açısından sorun yaşanmaması için hem doktorların hem de kişinin bu prosedüre uyması gerekmektedir.
*
CİNSİYET DEĞİŞİKLİĞİNİN NÜFUS KAYDINA İŞLENMESİ
Mahkemeden, cinsiyet değişikliği ameliyatı için izin alınmasının akabinde yapılacak olan CİNSİYET DEĞİŞİKLİĞİ ameliyatının başarıyla sonuçlanmasından sonra, cinsiyet değişikliğinin nüfusa işlenmesi için ikinci bir dava açılması zaruridir. Şöyle ki;
Yapılan ameliyatın başarıya ulaştığı, RESMİ SAĞLIK KURULU RAPORUYLA sabit olursa; açılmış olan ikinci dava neticesi mahkemece, NÜFUS MÜDÜRLÜĞÜNE yazı yazılarak ilgili değişikliğin sicile işlenmesine karar verilecektir.
*
CİNSİYET DEĞİŞİKLİĞİNİN YASAL MEVZUAATTAKİ YERİ
Cinsiyet değişikliği, yasal mevzuatta, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 40.maddesinde düzenlenmiştir:
“(1) Cinsiyetini değiştirmek isteyen kimse, şahsen başvuruda bulunarak mahkemece cinsiyet değişikliğine izin verilmesini isteyebilir. Ancak, iznin verilebilmesi için, istem sahibinin on sekiz yaşını doldurmuş bulunması ve evli olmaması; ayrıca transseksüel yapıda olup, cinsiyet değişikliğinin ruh sağlığı açısından zorunluluğunu üreme yeteneğinden sürekli biçimde yoksun bulunduğunu bir eğitim ve araştırma hastanesinden alınacak resmî sağlık kurulu raporuyla belgelemesi şarttır.
(2) Verilen izne bağlı olarak amaç ve tıbbî yöntemlere uygun bir cinsiyet değiştirme ameliyatı gerçekleştirildiğinin resmî sağlık kurulu raporuyla doğrulanması hâlinde, mahkemece nüfus sicilinde gerekli düzeltmenin yapılmasına karar verilir.”
Yani cinsiyet değişikliği için koşullar sırasıyla şöyledir:
1. Davacının yerleşim yeri mahkemesinde bulunan Asliye Hukuk Mahkemesi’ne izin için başvurulması,
2. Davacının on sekiz yaşını tamamlamış ve fiil ehliyetine sahip bulunması,
3. Mahkemeye başvuracak kişinin resmi olarak evli bulunmaması, ilgili kişinin transseksüel yapıda olması
4. İlgili kişinin ÜREME YETEĞİNDEN SÜREKLİ YOKSUN OLMASI ve RUH SAĞLIĞI AÇISINDAN ZORUNLULUK DURUMUNUN eğitim ve araştırma hastanesinden alınacak resmi sağlık kurulu raporuyla sabit olması,
halinde, CİNSİYET DEĞİŞİKLİĞİ AMELİYATI için mahkemeden izin alınabilecektir.
*
TÜRK MEDENİ KANUNU’NUN 40. MADDESİNİN GEREKÇESİ
Bu madde, eski 743 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 29. maddesi değiştirilerek düzenlenmiştir. Eski madde hükmü şöyledir:
“Doğumdan sonra meydana gelen cinsiyet değişikliğinin asgari sağlık kurulu raporu ile belgelendirilmesi halinde nüfus sicilinde gerekli düzeltme yapılır. Bu konuda açılacak davalarda cinsiyeti değiştirilen kişi evli ise, eşe de husumet yöneltilir ve aynı mahkeme, varsa ortak çocukların velayetinin kime verileceğini de tayin eder, cinsiyet değişikliği kararının kesinleştiği tarihte, evlilik kendiliğinden son bulur.”
Dolayısıyla nüfus sicilinde gerekli değişikliğin yapılabilmesi için kişinin önceden cinsiyetini değiştirmesi, bu değişikliğin resmi sağlık kurulu raporuna dayandığının belgelendirilmesi yeterli görülmüştür.
Madde bu şekliyle mahkemeye, kişinin cinsiyetinin değiştirilmesi sonucu nüfus sicilinde değişiklik yapma konusunda bir takdir yetkisi vermemekte; mahkemeyi âdeta bir onay makamı hâline getirmektedir.
Bu durum, gelişigüzel cinsiyet değişiklikleri sonucu mahkemelerimizi, âdeta bir emrivaki ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu amaçla yeni düzenlemede cinsiyet değiştirmek isteyen kişinin bu değişikliğe gitmeden önce bizzat mahkemeye başvurması zorunlu kılınmış; mahkemenin böyle bir izni verebilmesi bazı koşullara bağlanmak suretiyle yürürlükteki 29 uncu maddenin ikinci fıkrasında olduğu gibi gelişigüzel cinsiyet değişikliklerinin önüne geçilmek istenmiştir.
• Bu koşulların başında kişinin mahkemeye bizzat başvurması gelmektedir. Cinsiyet değişikliği şahsa sıkı sıkıya bağlı bir hak olup, bu istemin bizzat cinsiyet değiştirmek isteyen kişiden gelmesi gerekir. Ancak bu durum kişinin böyle bir davayı mutlaka bizzat açması anlamında olmayıp, iradî temsil yolu da açıktır.
• Değişiklik için aranan diğer önemli koşul, kişinin on sekiz yaşını doldurmuş olması ve evli bulunmamasıdır. Henüz cinsiyeti yönünden bir değişiklik zorunluluğu bulunmayan ya da böyle bir zorunluluğun olup olmadığı belli olmayan kişilerin bu yola başvurmasının önlenmesi bakımından en az onsekiz yaşını doldurmuş olması koşulu aranmış; bunun yanında bu kişinin evli olmaması koşulu da getirilmiştir.
• Toplumun temeli olan aile kurumunun, cinsiyeti belirsiz kişiler nedeniyle sarsılmasını önlemek amacıyla öncelikle kişinin evli olmaması öngörülmüştür. Bu koşul, kişinin bu yandan evliliğini sürdürmesi, öte yandan bu evlilik devam ederken cinsiyet değişikliğine gitmesi, bunu eşinin ya da çocuklarının ortak yaşantıları içinde yapmasının psikolojik ve ahlâkî tersliklerinin önüne geçmek üzere konulmuştur.
• Getirilen diğer önemli bir koşul, istem sahibinin transseksüel yapıda olması, ruh sağlığı açısından cinsiyet değişikliğinin zorunlu bulunması ve kişinin üreme yeteneğinden sürekli biçimde yoksun olmasıdır. Bu yolla cinsiyet değişikliği sadece biyolojik açıdan değil, ruhsal açıdan da zorunlu olma koşuluna bağlanmıştır. Bu koşulların gerçekleşip gerçekleşmediğinin gelişigüzel doktor raporlarına bağlanmaması için de uzmanlardan oluşan bir resmî sağlık kurulu raporu alınması öngörülmüştür.
• Maddenin ikinci fıkrası, hâkimin iznine bağlı olarak cinsiyet değişikliğinin gerçekleştirilmesi hâlinde, bu hususun yine resmî sağlık kurulu raporuyla saptanması koşuluyla hâkimin cinsiyet değişikliği için nüfus sicilinde değişiklik kararı vermesini öngörmüştür.
*
SONUÇ
İki aşamalı mahkeme süreci sonucunda, ilgili kişinin
-TRANSSEKSÜEL YAPIDA OLMASI ve
-ÜREME YETEĞİNDEN SÜREKLİ YOKSUNLUĞU ile
-RUH SAĞLIĞI YÖNÜNDEN DEĞİŞİKLİK ZORUNLUĞUNUN Resmi Sağlık Kurulu Raporları’yla sabit olması
halinde, cinsiyet değişikliği gerek maddi anlamda gerekse de kişinin medeni hakları bakımından sonuç doğuracak ve ilgili kişinin cinsiyet değişikliği başarıyla sonuçlanmış olacaktır.
Mevcut kanunî düzenlemede cinsiyet değişikliğinin maddî ve şeklî şartlarına yer verilmiştir.
Cinsiyet değiştirmek için mahkemeden alınacak izin şart koşulmuş ve böylece keyfî olarak cinsiyet değişikliğinin önüne geçilmeye çalışılmıştır.
Mahkemeden alınan izne dayanılarak, amaç ve tıbbî yöntemlere uygun olarak gerçekleştirilen cinsiyet değiştirme ameliyatı, resmî sağlık kurulu raporuyla doğrulanıp, mahkemeden alınacak karar ile nüfus sicilinde gerekli düzeltme yapılması hükme bağlanmıştır.
*
TÜRK MEDENİ KANUNUNUN 40. MADDESİNE ELEŞTİRİ
Üreme yeteneğine sahip transseksüel kişilerin cinsiyet değişikliğine mahkemece izin verilebilmesi için diğer koşulların yanında “üreme yeteneğinden sürekli yoksun olmaları” şartını da taşımaları gerektiği kaydedilen gerekçede, cinsiyet değiştirebilmeleri için bu kişilere tıbbi bir müdahalede bulunulmasını zorunlu kılınması…
Cinsiyet değişikliği ameliyatı olacak kişinin bu ameliyat öncesinde üreme yeteneğinden yoksunluğunu sağlamak üzere ayrı bir tıbbi müdahaleye maruz bırakılması, bedensel ve ruhsal olarak ilgili yönünden katlanılması gerekli olmayan bir müdahale niteliği taşımakta olup kişinin maddi ve manevi varlığı ile özel hayatı yönünden getirilen bu sınırlama ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin varlığından söz edilemeyeceğinden, bu bizce ölçüsüz bir sınırlamadır.
Tıbbi bir müdahale sonucu üreme yeteneğinden sürekli yoksun kalan bir kişinin herhangi bir nedenle cinsiyet değiştirme ameliyatı olamaması durumunda cinsiyetini değiştiremediği halde üreme yeteneğini kaybetmesi sonucuyla karşılaşacağı açıktır. Bu da cinsiyet değişikliği için ön şart olarak kabul edilen söz konusu tıbbi müdahalenin sonuçları bakımından son derece ağır, telafisi imkansız durumlara yol açabileceğini göstermekte olup, kural bu yönüyle de ölçülü değildir.
Devlet kendi düzenini yürütebilmek için, insanları düşünür gibi göstermekte; ama aslında onları kontrol etmek istemektedir!
*
H İ K A Y E (Bir Davanın Anatomisi)
P.B. bir trans erkek olup, 2014 yılında hem isim, hem de “cinsiyet değiştirme” davasını Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesi nezdinde açmıştır. İlk üç duruşmada avukatsız bir şekilde dosyayı kendisi yürütmüş ve bu süreçte isim değiştirme talebi kabul edilmiş; ayrıca madde 40’ın emrettiği şartları, bir tanesi hariç, yerine getirmiştir.
Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nden “transseksüel yapıda” olduğuna dair rapor almış, hormon kullanmaya başlamış, göğüslerini aldırtmış (mastektomi) ve son olarak “üreme yeteneğinden sürekli yoksun olmak için” rahim ameliyatı (histerektomi) geçirmiştir.
Ancak maddede “amaca ve tıbba uygun ameliyat”ın yapılmasından bahsedilmektedir, ki burada kastedilen (her ne kadar madde bu noktada açık olmasa da) genital organ ameliyatıdır. P.B. çeşitli nedenlerden ötürü bu ameliyatı olmak istememektedir.
Her şeyden önce, bu ameliyat Türkiye’deki Devlet hastanelerinde başarılı bir şekilde yapılamamaktadır. Bu ameliyatı yapabilecek uzmanlar Devlet hastanelerinde ya yetiştirilmemekte ya da yetişmiş uzmanlar kendi muayenehanelerini açarak fahiş ücretlerle bu ameliyatı yapmaktadırlar. Öte yandan, ameliyatların neticesinde geri dönülemez hasarlar da kalmaktadır.
P.B. beden bütünlüğünü kalıcı olarak bozacak böylesi bir riski almak istememiştir. Ancak bir yandan da, P.B.’nin kimlik değişimine acilen ihtiyacı vardır; çünkü hem çalışma, hem de eğitim hayatı çok olumsuz bir biçimde etkilenmektedir. Öte yandan, özel hayatında evlilik gibi önemli kararları sürekli ertelemek zorunda kalmaktadır.
Mahkemenin, genital organ ameliyatının derhal gerçekleşmesi, aksi takdirde kimlik değişimine karar vermeyeceği şeklindeki ısrarı üzerine, P.B, mahkemede kendini bir vekille temsil ettirmeye başlamıştır.
Dava avukatı, ilk olarak, sonuçları ve koşulları düşünülmeden ısrarcı olunan ameliyat şartı ile ilgili çeşitli görselleri mahkemeye sunmuştur. Bu görseller Trans Danışma Merkezi Derneği’nin veri tabanı üzerinden elde edilmiş, ameliyat mağduru trans erkeklerin rızaen verdikleri fotoğraflardan oluşmuştur.
Ayrıca mahkemeden, bu ameliyatların riskleri konusunda Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nden bilirkişi raporu alınması talep edilmiştir.
Fotoğrafların yarattığı “şok” etkisi ile, mahkeme bu talebi kabul etmiştir. Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nden gelen rapor her ne kadar riskler ve ameliyatın başarı oranıyla % 100 destekleyici nitelikte olmasa da, akabinde yapılan Anayasa’ya aykırılık iddiası için bir temel oluşturmuştur.
Diğer önemli bir gelişme ise, duruşmadan hemen önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Y.Y./Türkiye (Başvuru no: 14793/08) kararının açıklanması olmuştur.
İşbu karar, trans geçiş süreci konusunda sadece Türkiye değil, tüm Avrupa Konseyi üyesi ülkeler için bir kırılma noktası niteliğindedir. Karar, kısaca, trans bireylerin operasyona zorlanmalarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin özel hayata saygı hakkının ihlali anlamına geldiği, yönündedir.
Duruşmada işte bu kararın İnsan Hakları Ortak Platformu ile KAOS GL Derneği’nin işbirliği ile Fransızca’dan Türkçe’ye çevrilmiş örneği sunulmuş ve davacının ameliyata zorlanmasının bir insan hakkı ihlali olduğu, bu haliyle Anayasa ve AİHS’e aykırı olduğu iddia edilmiştir.
Mahkeme Haziran 2015’teki duruşmasında, bu iddiayı haklı bulmuş ve dosyayı somut norm denetimi için Anayasa Mahkemesi’ne göndermiştir.
Türk Medeni Kanunu’nun 40. maddesine göre “cinsiyetini değiştirmek” isteyen kimsenin 18 yaşından büyük olması, bekar olması, transseksüel yapıda olması, üreme yeteneğinden sürekli bir biçimde yoksun olup amaç ve tıbbi gerekliliklere uygun bir genital organ ameliyatı geçirmiş olması gerekir. BU ŞARTLARDAN HİÇBİRİ SEÇİMLİK DEĞİLDİR; YANİ BAŞVURUCU BU ŞARTLARIN HEPSİNİ DAVA SONUÇLANINCAYA KADAR YERİNE GETİRMEKLE YÜKÜMLÜDÜR.
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/398481
Kanunun “cinsiyet değişikliği” olarak ifade ettiği “hukuki işlem”, adeta bir “işlemler zinciri” yani bir süreçtir ve bu süreç “engeller, inan(dır)malar, kişisel kanaatlere dayalı bekletme veya geçiş izinleriyle” doludur. Sürecin soru işaretleriyle dolu tarafı ise, “cinsiyet değiştirme” olarak adlandırılan trans geçiş sürecinin, her başvurucu için ayrı ayrı sonuç vermesidir.
Bunun nedenini, yargılama eyleminin uygulayıcı aktörlerinin keyfiliğine, ikili cinsiyet sistemini yorumladıkları kültürel havzalarına ve devletin trans bedeni “sonuna kadar” kontrol altına alıp heteronormatif düzene uydurma isteğine bağlayabiliriz.
Trans beden için, ilk bekletme yaş ile başlar. Türkiye’deki medeni hukuk prosedüründe, 18 yaş zaten dava açma ehliyetine işaret eder. Kişi medeni haklarıyla ilgili birçok davayı 18 yaşından önce açamaz.
Gerekçede de görüleceği üzere devletin 18 yaş ısrarı, dava açma ehliyeti kaygısından çok farklıdır:
Burada açıkça trans bireyi 18 yaşına gelinceye kadar onu düşüncesinden vazgeçirme çabası, vardır. Değişimin zor, uzun ve yoğun çaba gerektirdiğini düşündürüp kişiyi vazgeçirmek istemektedir.
İkinci bekletme, sürecin en önemli unsurlarından olan psikiyatrik tanı koymada yaşanır. Psikiyatrik tanı, teknik olarak, “cinsiyet değiştirme” davası olarak da adlandırılan davanın kabul edilmesi için gerekli olan şartlardan biridir.
Psikiyatrik tanının konma süresi, dosyadan dosyaya değişkenlik göstermesine rağmen, en az 6 aydır. Öte yandan, trans başvurucu bu hizmete bütün eğitim ve araştırma hastanelerinde de erişemez.
Bireyin transseksüel yapıda olup olmadığının doktor tarafından “tespiti” yoluna gidilmesi demek, transgender olma halinin “hastalaştırılması” da demektir.
Bu noktada tıbbın, tıp etiğini çiğneme pahasına, bu damgalama halini ve kullanılan yöntemleri sorgulamadan, hukuk ile “kirli” bir işbirliğine gittiğini de görmek gerekir.
Üçüncü bekle(t)me ise, üreme yeteneğinden sürekli yoksunluk şeklinde tarif edilen, “zorunlu kısırlaştırma” şartı yerine getirilirken deneyimlenir.
Kanun koyucu, ilgili maddede “sürekli olarak üreme yeteneğinden yoksun olma” halinden bahsetmiş; ama bu şartın nasıl yerine getirileceğini söylememiştir. AYNI ŞEKİLDE “SÜREKLİ OLARAK ÜREME YETENEĞİNDEN YOKSUN OLMAK”TAN NE ANLAŞILMASI GEREKTİĞİ, NE GEREKÇEDE, NE ÖZEL BİR KANUNDA, NE DE BİR TÜZÜKTE BELİRTİLMİŞTİR.
Öyle ki, bu yönsüzlük ve belirsizlik hali, “acaba sadece kısır translar mı dava açabilirler?” diye de sordurtabilir insana. Uygulamada ise, trans birey, herhangi bir soru sormaksızın veya itirazda bulunmaksızın, “kendiliğinden” üreme hakkından vazgeçer.
Bir transın üremesinin eşyanın doğasına aykırı olduğunu, kendisi dahi içselleştirmiştir adeta.
Herhangi bir ameliyatın zorunlu kılınması, trans bireyin özel hayata saygı hakkının ihlali anlamına gelir. Hiçbir beden, cinsiyet sisteminde kadınlık ve erkeklik üzerinden kodlanan beden kılıflarına girmeye ve sırf bu kılıfları giymek için tıbbi operasyonlara tabi tutulmaya zorlanamaz.
PEKİ İnsan Haklarına uygun bir trans geçiş adaleti nasıl olabilir?
Elbette bekletmeleri ya ortadan kaldırmak, ya da temel haklar çerçevesinde “AKLİLEŞTİRMEK” gerekir. Bu konuda en önemli üç öneri şu şekilde sunulabilir:
• Dünya’da geniş ölçekli kampanyası da yapıldığı üzere, transeksüalite’nin hastalık olarak değil bir varoluş biçimi olarak kabul edilerek, psikiyatrik süreçlerle birlikte trans bireyi, ailesi ve çevresini güçlendirici hizmetlerin devlet eliyle verilmesinin sağlanması;
• Geçiş sürecinin 18 yaş sınırından ve medeni halden bağımsız olduğunun algılanması ve devletin bu süreçteki çatışmaları minimuma indirmek için trans birey ile tam bir işbirliğine girmeye çalışması;
• Sürecin bir parçası olarak dayatılan, üreme yeteneğinden sürekli yoksunluk ve genital organ ameliyatı şartlarının derhal kaldırılması ve bunların yerine trans başvurucunun beyanı ve iradesiyle at başı giden yasal tanıma sistemine geçilmesi.
Av. BUSE YILDIZ & Av. MUKADDES GÜNSU AKÇAGÖZ
www.mukaddeshukuk.com
MAHKUM ANNELER VE ÇOCUKLARI
“Bu dünyada görülecek şey diye
demir parmaklığı gördüler…”
Nazım Hikmet Ran
MAHKUM ANNELER VE ÇOCUKLARI
Bu yazı, mahkum çocuklarının (sosyolojik, psikolojik, hukuki) sıkıntıları hakkında fikir üretmek adına yazılmıştır.
Çünkü bugünün çocuğu, yarının büyüğüdür.
Yani, aslında çocuk, üyesi olduğumuz toplumu şekillendiren kişinin ta kendisidir.
Yani çocuğa gösterilecek ilgi/ilgisizlik, hem onu hem de toplumu etkiler.
Kısacası çocuğa değer vermek, kendimize değer vermektir.
Bu durumda, Siz, kendinize değer vermek istemez misiniz?
***
Hepimizin bildiği gibi, toplumumuzda çarpıklık çok.
“Mahkum çocuklarına gelinceye kadar, daha nelerrrrr var nelerrr?!?” dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Hatta belki de bazılarınız, “Anaları düzgün davransaydı da, hapishaneye düşmeseydi!” diyordur..
Bir açıdan doğru tabii..
Ama suçun ve suçlunun oluşmasında, sadece o suçlunun kişiliği değil, başka faktörler de etken. Örneğin aile, eğitim/eğitimsizlik, çevre, toplum gibi…
Kısacası, hepimiz, bir nevi ‘puzzle’ olan nitelendirilebilecek toplumun, bir parçası olmakla, toplumdaki arazlardan da hep birlikte mesuluz..
Ve artık elimizi taşın altına koyma zamanı!
***
Gelelim mahkum olmayan ama, mahkum gibi ‘hapis yatan’ çocuklarımıza:
Hapishaneye düşmek demek, suç işlemiş olmak demektir doğal olarak.
Suç işlemeye de, çoğu zaman bozuk psikoloji yol açar.
Yani hapishanelerde –teşbihte hata olmaz- ‘bozulmuş’ psikolojiye sahip hükümlüler yaşar. Hükümlünün psikolojisi, ‘içeriye’ girmeden bozulmasa, ‘içerde’ mutlaka bozulur..
Kısaca, Sizce, bir çocuk, bozulmuş psikolojiye sahip insanların oluşturduğu bir çevrede büyürse, normal kalabilir mi??
İşte bu çocuklar, bu nedenle büyük risk altındalar.
***
Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 65.maddesi şöyle der:
Hükümlünün bakıma muhtaç çocuklarının barındırılması
MADDE 65– “(1) Anaları hükümlü olup da dı¬şarıda korumasına bıra¬kılacak kimsesi bulunmayan sıfır- altı yaş grubundaki çocuklar, analarının ya¬nında kalabilirler. Bu çocuklar gündüzleri ceza infaz kurumu bünyesin¬deki veya Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu veya diğer kurum ve kuruluşlara ait kreş ve gündüz bakımevlerinde barındırılırlar.
(2) Analarının yanında kalan çocuklara, yaş ve durumlarına ve
ihtiyaçlarına göre yiyecek ve içe¬cek verilir.
(3) Üç yaşını doldurmuş çocuklar, hâkim kara¬rıyla çocuk yuvalarına veya yetiştirme yurtlarına yerleştirilebilirler. Bu çocukların belirlenecek bir program ve usule göre zaman zaman analarıyla temasları sağlanır.”
Yani, hapishanedeki anneler, çocuklarını yanlarında büyütmek isterlerse, Devlet, buna karşı koymaz.
Oysa, bir çocuğun hayatı sözkonusu ise, kanunu otomatikman uygulamak belki yerinde olabilir ama, insani olmayabilir!
Yani “NE YAPALIM CANIM?! BEN KANUNU UYGULADIM!” demek, ÇOCUĞUN ÜSTÜN YARARININ GÖZETİLDİĞİ anlamına gelmez!
***
Psikolojik olarak, bir çocuğun, annesinin yanında büyümesinin, en sağlıklı olduğunu biz de kabul ediyoruz tabii…
Ama, sözkonusu olan, annesi hapiste olan bir çocuk ise; bu, annenin inisyatifine bırakılmamalı; çocuğun durumuna, hakim, psikolog ve pedagoglarca mutabakata vardıktan sonra karar verilmelidir.
***
Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hak. Kanun’un 105. maddesinde ‘0-6 yaş grubunda çocuğu bulunan ve koşullu salıverilmesine iki yıl veya daha az süre kalan kadın hükümlüler için denetimli serbestlik’ öngörülmekte ve ‘2 yıl veya daha az süreli hapis cezasına mahkûm olanlardan, hükümlülük süresinin yarısını iyi hâlle geçirenlerin, istekleri halinde, mahkûmi¬yet sürelerinin geriye kalan yarısını, kamuya yararlı bir işte çalıştırılmasına’ mahkemece karar verilebi¬leceği belirtilmektedir.
Aslında meclis dahil olmak üzere birçok yerde, “ÇOCUĞUN ÜSTÜN YARARI” göz önünde tutularak, hapis cezasının ertelenebilirliği konuşulmaktadır.
Hükümlü, hamileyse veya doğurmuş ancak çocuğu 0-6 yaş grubu içerisindeyse, cezasının uygun bir zamana kadar ertelenmesi aslında doğru bir yöntemdir.
Burada önemli olan şey, çocuğa, hapishane ortamından uzak, sağlıklı bir çevrede büyüme şansı vermektir; çünkü, 0-6 yaş dönemi. çocuğun gelişimi için en önemli dönemdir.
Psikolog ve sosyologlara göre, 0-6 yaş döneminde, çocuğun karakterinin temelleri atılır; bundan sonraki herşey, bu temel üzerine inşa edilir.
O nedenle, zayıf temel üstündeki inşaat nasıl çökerse; 0-6 yaş arası sağlıklı ve mutlu yaşayamayan bir çocuk da, ileri yaşlarda, kesinlikle, problemli bir yetişkin olacaktır.
Yani, bu dönemde, çocuğu hapis ortamında büyütmek yerine, hükümlü için alternatif sonuçlar öngörmek hem çocuk hem de toplum için çok daha verimli olacaktır
***
Aşağıdaki alıntılarda, Bakırköy cezaevindeki annelerinin hatalarının bedelini ödeyen çocukların hayatlarını okuyacaksınız :
“Cezaevinde olmalarının nedeni, annelerinin işlediği iddia edilen suçlar.
Onlarsa, annelerinin hem can yoldaşı hem de refakatçisi.
‘Koğuşta adım atacak yer kalmıyor’ diye, onlara verilen küçük ranzalar, koğuşa alınmıyor.
Bu yüzden de anneleriyle aynı yatakta uyuyorlar.
Cümleleri anlamaya başladıkları anda, annelerinin ranza komşusu olan cinayet, gasp ya da uyuşturucu zanlılarının anlattıkları hikâyeleri dinleyerek büyüyorlar.
Çocuklar için en dehşetengiz olanıysa, koğuşta bazen yaralanmalarla sonuçlanan kavgalara tanık olmaları… Tutuklu anneler ‘Bu yüzden çocuklarımız hırçın, agresif oluyor’ diyor.
Bazıları cezaevlerinden çıkıp dört duvar dışındaki hayatı görme şansına sahip olabiliyor. Yakınları olmadığı için çocuklarını dışarı çıkaramayanlar, çoğunlukla yabancı mahkûmlar.
Onlar, hayatı televizyondan ve annelerinin anlattıklarıyla öğrenebiliyor.
“Ailemin maddi durumu iyi. Ancak çocuğu görmek istemedikleri için ona kıyafet getirmiyorlar. ‘Çocuğu kayınvalidene ver!’ diyorlar. Bir kez çocuğumu dışarı çıkardı ailem. Çocuğuma baktıkça beni hatırlayıp üzülüyorlarmış. O yüzden bir daha da almak istemediler.”
“Benim televizyonum yok. O yüzden çocuğum izleyemiyor. Müzik dinliyor. Ne kadar ağlarsa ağlasın ‘Happy (mutlu)’ şarkısında dans ediyor. Doğum gününü ilk olarak burada kutlayacağız. Bisküviden pasta yapacağız. Pet şişeye krem şantiyi koyup çırpıyoruz.”
“Güneş görmediği için çocuğumda yaralar çıkıyor. Vitamin eksikliğinden kaynaklanıyor.”
“Burada her şey kısıtlanıyor. Çocuğum bu nedenle asabi. Koğuştakiler, hiçbir şeyi ellemesine izin vermiyorlar. Çocuğum bisiklet istedi. Ama olmadı. İçinde ukde kaldı. Bir park göremedi. Kreş açıldıktan sonra parkla tanıştı. Elimden geldiğince çikolata alıyorum. Saplı şekere izin verilmiyor. Balona da izin verilmiyor. Bu ikisini istedi. Ama olmadı. Kaldığı yerin cezaevi olduğunu bilmiyor. Suç işlediğimi bilmiyor.
“Oğlum, ‘Annem para çalmış, o yüzden buradaymışız’ demiş. Oysa ben hırsız değilim. Uykudan her kalktığında ‘Haydi kalk gidelim!’ diyor. Nereye gideceğiz? Kreş açılmamış olsaydı çok büyük bir sorunumuz olacaktı.. Tahliye olunca tek yapmak istediğim şey, çocuklarımı parka götürüp ve onlara yemek pişirmek. Kendimi artık sadece çocuklarıma adayacağım.”
“Çocuğumun ihtiyaçlarını karşılayamıyorum. Bir meyveli yoğurt alamıyorum. Bezini ve mamasını karşılıyorlar. Normalde haftada 2 paket mama gidiyor; ama ayda 1 paket mama veriliyor. Çocuğun oyuncağı yok. Sigara paketleriyle oynuyor. Oyuncak ihtiyacını karşılayamıyorum. Yerlerde emekleyerek yürümeye başladı. Bazen battaniye serdim. Bazen betonda emekledi. Yatak yok. Yanımda yatıyor.”
‘Sizi en çok üzen ne oldu?’ sorusunu Ayşe R. şöyle yanıtlıyor: “Çocuğum, şampuan reklamlarındaki oyuncak civcivlerden istiyor. Alamadım 🙁 ”
“Çocuğum cezaevindeki yemekleri yemiyor. Hazır çorba alıp yediriyorum. Ocağımız olmadığı için su ısıtıcılarıyla bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Sütü ısıtamıyorum. Çorba yapamıyorum. Paslı su geliyor musluklardan. Çocuğu yıkarken bile korkuyorum. Çok sık hastalanıyor. Cezaevinde sürekli doktor da olmadığı için, hastalanmasından çok korkuyorum.”
***
“Cezaevlerindeki kadınlarla görüştüğünüzde anlıyorsunuz ki, çocuklarıyla hapis yaşayan bu kadınlar, idarecilerden, alternatif yöntemler bulunmasını istiyorlar.
Bu taleplerden biri, çocuklu kadınların aldıkları hapis cezasının ev hapsine dönüştürülmesi. Ayaklarına elektronik pranga vurulmasına bile razı olduklarını söylüyorlar.
İkinci öneriyse, çocuklu kadınlara göre dizayn edilecek yeni bir cezaevi.
Çocukların, koğuşlarda farklı suçlardan ceza almış ve ruh halleri bozuk yüzlerce kadın arasında büyümesi yerine, kendileri gibi çocuklu annelerin olduğu cezaevlerinde, ev ortamını aratmayacak koşullarda yaşaması..”
“Cezaevinin hemen yanında açılan kreşe giden çocukların yaptıkları resimlerse yürek burkuyor.
Çocuklar, görmedikleri babalarıyla annelerini yan yana güneşli bahçelerde gezerken resmediyor. Ama tüm karelerde, çocukların yaşadığı burukluk resimlere yansıyor.”
***
‘3 YAŞINDA AMA CANLI KEDİ VE KUŞ GÖRMEDİ’
“Çocuğum hiç dışarı çıkmadı. Kreşe yeni başladı. Kreş olmasaydı kalem ve defterlerle zaman geçiyordu. 3 yaşına kadar konuşamadı. Çünkü, sürekli ‘Sus’ dendi. Sürekli işaretlerle anlaşmaya çalıştı. Ağır mahkûmlar da var. Herkesin psikolojik sorunu var. Zaten psikolojisi düzgün insanın cezaevinde işi olmaz.”
“Çocuk 6 yaşına gelince ne yapacağımı bilmiyorum. Babaanne ve dede yok. Annem ve babam da bakıma muhtaç. O nedenle hiç dışarı çıkmadı. Televizyona bakıyor, orada kediyi görüyor, kuşu görüyor ‘Anne bana ondan al!’ diyor. Ne kediyi ne de kuşu canlı gördü.
“Oğlum her gece dua ediyor: ‘Allahım bizi buradan kurtar!’ diye.”
***
ÇOCUKLAR ANNELERİNİN HATALARININ BEDELİNİ ÖDÜYOR
“Çocuklarının, cezaevi yerine Çocuk Esirgeme Kurumu’nda büyümesine razı olan anneleri ise, zor bir süreç bekliyor. Devlet yurtlarında kalan çocuklar, cezaevindeki annelerini uzman eşliğinde ziyaret edebiliyorlar. Ama, zaten anne sevgisinden uzak büyüyüp, annesini ziyarete cezaevine gelmek zorunda kalan bu çocuklar, bir de sıkı güvenlik önleminden geçmek zorunda kaldıkları için psikolojileri daha da bozuluyor.
Cezaevinde zorlu bir hayata başlayan kadınların büyük bölümü, yaşadıkları psikolojik sorunlar nedeniyle çocuklarını emziremediklerini dile getiriyorlar. Bu nedenle bebekler, mamayla tanışmak zorunda kalmış. Mama yapmaksa, başlı başına bir sorun.
Bebek mamaları bebeğin bünyesine göre verilmiyor. Diyet maması yemesi gereken bebeğe, normal mama veriliyor. Anne, kendisine verilen yemeği ayıklayarak bazen de yeniden yaparak, yoğurtla karıştırarak bebeğine veriyor.”
Sevim Y., cezaevinde hiç aşermemiş. Ancak, sigara içenlerin arasında, rutubetli ve güneş görmeyen ortamlarda hamileliğin zor geçtiğini söylüyor.”
“Gecenin 1’inde çocuk kalkıyor. ‘Anne attaaa…’ diyor. Dışarı çıkaramayacağımı anlatıyorum. Ancak anlayacak durumda değil. Çocuk, daracık bir alanda enerjisini atamıyor. ‘Anne bak!’ diyerek televizyondaki parkları ve oyuncakları gösteriyor. Doktorlar ‘Televizyon izletmeyin.’ diyor. Ama çocuğun dışarıyı tanımasını sağlayacak tek şey televizyon. Benim yaptığım hatanın bedelini çocuğum çekiyor.”
Yasemin Güneri / Habertürk
“Cezaevinde Büyüyen Çocuklar”
( http://www.haberturk.com/gundem/haber/1006029-cezaevinde-buyuyen-cocuklar )
(http://www.haberturk.com/yazi-dizisi/haber/1088848-cezaevinde-surekli-sus-denildigi-icin-oglum-3-yasina-kadar- konusmadi)
***
“14 Kasım 2017 itibariyle cezaevinde kalan çocuk sayısı 624. Bu sayı, 2017 Nisan ayına göre % 20 arttı. 624 çocuğun 51’i ise yabancı uyruklu.”
(https://www.evrensel.net/haber/343044/cezaevinde-annesiyle-kalan-cocuk-sayisi-624-oldu)
***
SONUÇ:
Her çocuğun, Birleşmiş Milletler (BM) kriterlerine göre, her iki ebeveyn ile birlikte ve tehlikelerden uzak ortamda büyüme hakkı vardır. Bu itibarla, annenin ceza alması durumunda cezasının ertelenmesi ‘çocuğun üstün yararı’ gereğince, hukuka ve evrensel kriterlere en uygun çözümdür.
Anneleri tutuklu olan 0-6 yaş arası çocuklar için, çocukların ihtiyaçlarını, cezaevi ortamı dışında karşılayacak ve çocukların, dışarıdaki yaşıtları gibi anneleriyle birlikte olacakları tutukevlerinde kalmaları gibi ara çözüm yöntemleri hayata geçirilmelidir; çünkü bu, çocukların sağlıklı gelişmelerine yol açacaktır.
YANİ, eğer infazın ertelenmesi uygun görülmez ise, en azından çocuklar için olan ortamlar, çocuğa uygun hale getirilmelidir.
Çünkü, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve Çocuk Koruma Kanunu’na göre, sözleşmeye taraf devletlerin hepsi, ebeveynlerin yetemediği her durumda, çocuğu korumak ve çocuğun menfaatine hareket etmek zorundadır.
Ve hatırlatmakta fayda görmekteyiz ki, biz de –aşağıda birazını alıntıladığımız- BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni imzaladık ve 5395 sayılı bir Çocuk Koruma Kanunu çıkarttık!
Av. Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ & Stj. Av. Buse YILDIZ
DİPNOT:
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ÇOCUK HAKLARI SÖZLEŞMESİ
Madde 27
3.Taraf Devletler, ulusal durumlarına göre ve olanakları ölçüsünde, ana-babaya ve çocuğun bakımını üstlenen diğer kişilere, çocuğun bu hakkının uygulanmasında yardımcı olmak amacıyla gerekli önlemleri alır ve gereksinim olduğu takdirde özellikle beslenme, giyim ve barınma konularında maddi yardım ve destek programları uygularlar.
4.Taraf Devletler, Taraf Devlet ülkesinde veya başka ülkede bulunsun; ana-babası veya çocuğa karşı mali sorumluluğu bulunan diğer kişiler tarafından, çocuğun bakım giderlerinin karşılanmasını sağlamak amacıyla her türlü uygun önlemi alırlar.
Madde 29
Taraf Devletler çocuk eğitiminin aşağıdaki amaçlara yönelik olmasını kabul ederler;
a) Çocuğun kişiliğinin, yeteneklerinin, zihinsel ve bedensel yeteneklerinin mümkün olduğunca geliştirilmesi;
b) İnsan haklarına ve temel özgürlüklere, Birleşmiş Milletler Antlaşmasında benimsenen ilkelere saygısının geliştirilmesi;
c) Çocuğun ana-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi;
d) Çocuğun, anlayışı, barış, hoşgörü, cinsler arası eşitlik ve ister etnik, ister ulusal, ister dini gruplardan, isterse yerli halktan olsun, tüm insanlar arasında dostluk ruhuyla, özgür bir toplumda, yaşantıyı, sorumlulukla üstlenecek şekilde hazırlanması;
e) Doğal çevreye saygısının geliştirilmesi
Madde 31
Taraf Devletler çocuğun dinlenme, boş zaman değerlendirme, oynama ve yaşına uygun eğlence (etkinliklerinde) bulunma ve kültürel ve sanatsal yaşama serbestçe katılma hakkını tanırlar.
Taraf Devletler, çocuğun kültürel ve sanatsal yaşama tam olarak katılma hakkını saygı duyarak tanırlar ve özendirirler ve çocuklar için, boş zamanı değerlendirmeye, dinlenmeye, sanata ve kültüre ilişkin (etkinlikler) konusunda uygun ve eşit fırsatların sağlanmasını teşvik ederler.
ÇOCUK KORUMA KANUNU
TEMEL İLKELER Madde 4 –
(1) Bu Kanunun uygulanmasında, çocuğun haklarının korunması amacıyla;
a) Çocuğun yaşama, gelişme, korunma ve katılım haklarının güvence altına alınması,
b) Çocuğun yarar ve esenliğinin gözetilmesi,
c) Çocuk ve ailesinin herhangi bir nedenle ayrımcılığa tâbi tutulmaması,
h) Kararların alınmasında ve uygulanmasında, çocuğun yaşına ve gelişimine uygun eğitimini ve öğrenimini, kişiliğini ve toplumsal sorumluluğunu geliştirmesinin desteklenmesidir.