Makalelerim

“BU, BENİM ÖYKÜM!”

Merhaba,

Ben, Stajyer Avukat Buse Yıldız.

Avukat stajı yapmak isteyen veya yapan Siz meslektaşlarıma, küçük bir yardımım dokunur belki diye, staj dönemimi burda paylaşmak istedim.
Haydi başlayalım! 🙂

Üçüncü sınıftan mezun olduğum yaz, şu anda da çalışmakta olduğum büroya, başvuruda bulundum.
Nasıl bir başvuru olduğunu hemen anlatayım:
Önce, evime yakın bir yer olsun istedim. Bu yüzden de, çevredeki ofisleri, bilgisayardan taradım. Mukaddes Hukuk Bürosu’nu gördüm, CV’mi attım.
CV’niz, ‘ben merkezli’ ve süslü açıklamalardan çok, bence sade olmalı sevgili meslektaşlarım.
Ve mesleğinizden beklentinizi anlatmalısınız, ama kısa cümlelerle..
Hatta, CV’nizde karşı tarafı etkileyecek, Sizi anlatan en az 1 cümleniz olmalı bence.

Çalışmak istediğiniz yeri, kendiniz bulmalısınız; çünkü, Sizi, sizden daha iyi kimse tanıyamaz. Bu yüzden de, karakterinize uygun bir ofisi kendiniz arayın, bulun!

Emin olun, her bir mülakat (iş görüşmesi) Size ayrı bir tecrübe olacaktır.
Yani; bir iş görüşmesine nasıl gidilir? O görüşmede ne giyilir? Nasıl konuşulur? Karşınızdakinin neresine bakarsınız? Elinizi nereye koyarsınız? Bunların hepsi, Sizin için önemli olacaktır; çünkü vücut dili denen bu hareketler, en az cümleleriniz, bitirdiğiniz okul ve konuştuğunuz yabancı diller kadar önemli!

Neyse fazla uzatmayayım…
Mukaddes Hukuk Bürosu’ndan kabul aldım çok şükür.
O zamana kadar, hayatımda hiçbir yerde çalışmamıştım. O nedenle birçok deneyim elde ettim. Örneğin; dava dilekçeleri nasıl olur? İcra takibi nasıl düzenlenir? Müvekkille nasıl konuşulur? Mahkemede nasıl davranılır ve giyinilir? Kalemlerdeki memurlarla nasıl iletişim kurulmalı? gibi birçok şeyi orada Av. Mukaddes Günsu Akçagöz’den öğrendim.

Malum, üniversitede, eğitimimiz teorik olduğundan, pratikte bir avukat nasıl hareket eder, kimse öğretmiyor! Dilekçe nasıl yazılır, onu da öğretmiyorlar! Müvekkille nasıl iletişim içinde olmalı, işi nasıl almalı? Bunu hiç öğretmiyorlar! İşte tüm bunları stajda öğrenmelisiniz; yoksa işiniz iş…

Ve üniversitedeki 4. yıl başladığında, dersler, mezuniyet telaşı, arkadaşlar vs. derken nasıl olduğunu anlayamadım ki, birden mezun olmuşum 🙂
Bu 4 yılın yorgunluğuyla, hemen işe başlamadım. Ne olur, Siz de başlamayın!

Okul sonrasında, hemen işe başlayan arkadaşlarım oldu. Onlarla konuştuğumda, daha ilk aylardan sıkıldıklarını ve işe hemen başladıkları için pişman olduklarını söyledi hepsi. Eğer sizi birkaç ay geçindirecek paranız varsa, çalışmaya biraz geç başlayın.
Sizin için daha iyi olacaktır; çünkü okul hayatı, insanı ister istemez yoruyor.
Sınav ve mezuniyet stresi insanı geriyor. Bu yüzden okuldan sonra, kafanızı dinleyeceğiniz bir tatil yapmanızı öneriyorum.

Artık mezun olmuştum. Planım, Eylül’e kadar tatil yapmaktı.
Biraz pimpirikli olduğumdan, tatilden önce, “Yerim hazır olsun!” istedim.
Mayıs/Haziran’da ofis araştırmasına giriştim. Önceki yaz çalıştığım yere –Mukaddes Hukuk’a- de başvurdum. Ve avukatlık stajım için yine orayı seçtim.

Artık, kafam rahattı; çünkü staj yerim belliydi.
Tatilimi yaptım; kafamı boşalttım.
Tatil sırasında, kaldığım yörede, bir tanıdığımıza ait –sadece icra işi yapan- bir avukatlık ofisinde de, 2,5 hafta kadar çalışma şansım da oldu. Bu, staja ısınma gibi bir şeydi benim için.

Bildiğiniz üzere, stajın ilk 6 ayı adliye stajıdır aslında, Meslektaşlarım.
Bu dönemde, adliyenin çeşitli birimlerinde stajyer olarak çalışıyorsunuz, savcı ve hakim yanında deneyim kazanıyorsunuz.
Ama, bu dönemi çok daha verimli geçirmek için, bir hukuk bürosunda işe başlamanız, Sizin için kesinlikle daha yararlı olacaktır; çünkü staj bitiminde, siz 6 aylık çalışmayla değil; 1 senelik çalışmayla avukat olacaksınız. Bu, tecrübe açısından Size avantaj sağlayacaktır.

Eğer isterseniz, tatilinizi yaparken de adliye stajınızı başlatabilirsiniz.
Mesela ben, Temmuz ayı sonunda evraklarımı topladım; böylelikle Ağustos ayında stajım başlamış oldu. Evrak tesliminden sonra, 2 haftalık askı süreniz var. O süreçte, Baro evrak kontrolü yapıyor ve staja engel bir durumunuz var mı? diye bakıyor.
2 hafta sonra da, Size mesaj geliyor ve stajınızı başlatıyorsunuz.
Buraya kadar size önerilerim şunlar sevgili Meslektaşlarım:
1. Sınavlara çalışın ki mezun olabilin 🙂
2. Tatil yapmadan lütfen işe başlamayın; zihniniz bir boşalsın, rahatlayın.
3. Çalışmaya başlayacağınız tarihi kafanızda planlayın; bence bundan en az 1 ay öncesinden iş görüşmelerine başlayın. Çünkü istediğiniz işi, hemen bulamayabilirsiniz.
4. Stajınızın ilk 6 ayını da avukatlık bürosuna gidip-gelerek geçirmeniz faydanıza olur; ama yine de siz bilirsiniz.

Nerde kalmıştık?
Ağustos ortasında stajımı başlattım. Eylül başında da çalışmaya başladım.
Şu an stajım bitmek üzere ve edindiğim tecrübeler saymakla bitmeyecek kadar çok.

Çalışmak istediğiniz alanı belirleyip, içinize sinen bir iş ortamı bulunca staj döneminden zevk alacak ve işte o zaman aynen Siz de benim gibi hissedeceksiniz.

“Çömezler” olarak, bu dönem, mesleki hayatımızın en alt basamağı 🙂
Tanıştığım bir avukat şöyle demişti:
“En fakir, en kötü, en alt tabaka dönemimizdir stajyerlik!
Daha aşağısı olmayacak!
O yüzden, sızlanma! Ve bolca tadını çıkarmaya bak!“

STAJ SÜRESİNDE DİKKAT ETMENİZ GEREKENLER

1. Staj dönemi, gerçekten en verimli geçmesi gereken dönemlerimizden birisidir; çünkü bu dönem, adliyeyi ve birimlerini tanımak açısından önemli bir fırsattır. Adliye stajındayken tüm mahkemelerde staj yapıyorsunuz ve bu mahkemelerdeki duruşmalara katılıyorsunuz. Bu yüzden, fırsat buldukça adliyedeki duruşmalara girin ve duruşmaları izleyin.
2. Çalışmaya başlayacağınız hukuk bürosunun, Size katkı sağlayacak bir yer olmasına dikkat edin; çünkü teori ile pratik arasındaki korkunç fark var! Bu yüzden staj yerinizin, Sizi pratiğe hazırlaması gerekiyor. İşleri öğrenebilmek için aktif olmanız lazım. Özellikçe dilekçe yazmada görev isteyin hukuk bürosunun sahibinden. Azar işitme pahasına bile olsa, lütfen dilekçe yazın, dilekçe yazın, dilekçe yazın!!! Çünkü avukatın en önemli silahı dilekçesidir.
3. Stajyerken dikkat etmeniz gereken şeylerden biri de, egonuzu bir kenara bırakmak olacaktır. Size staj döneminde yüklenen kişiler olacaktır. Memurlar, size agresif davranabilir. Avukatlar, hakimler, savcılar yine aynı şekilde.. Bu kişilerin karşısında sakin kalmaya özen gösterin. Onları, deneyimli kişiler olarak görürseniz, bu, Sizin için daha kolay olacaktır. Avukatlık yapmak istiyorsanız, güler yüzlü ve sakin olmayı öğrenmeniz gerek!
4. Patronunuz ile iletişiminiz iyi olsun arkadaşlar; çünkü, Size işi öğretecek en önemli kişi odur. Zamanla bir bakmışsınız ki, işi gerçekten anlar, öğrenir hale gelmişsiniz. Müvekkil ile nasıl konuşulur? (hala tam bilmiyorum; sık sık azar işitiyorum ama ‘olsundu’ olacak bir gün :)) Müvekkilden para nasıl istenir? Bir iş nasıl bağlanır? Müvekkilin işleri nasıl yürütülür? Bunları ancak tecrübeli patronunuzdan öğrenebilirsiniz. O yüzden, Size avukatlık sanatını öğretecek bir avukatı seçin! ÇÜNKÜ AVUKATLIK, GERÇEKTEN BİR SANATMIŞ..
5. Bilginizi güncel tutabilmek için; kaynakları, mevzuatı hep takip edin Meslektaşlarım. Dergileri, panel ve sempozyumları, hukuk toplantılarını kaçırmayın! Ve bunu “hayat boyu yapın” (patronumun ifadesi) . Hukuk gruplarına girin; avukat olunca da “Baro’daki komisyonlarda çalışın” (bu da patronumun ifadesi 🙂
6. Tüm bunların yanısıra, kendinize zaman da ayırmayı unutmayın! Sosyal aktivitelere zaman ayırın. Çünkü bir daha bu kadar boş vaktiniz olmayacak (bu da patronumun ifadesi 🙂
Demek ki, ne yapıyoruz? Önce, Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ gibi bir avukat buluyoruz 😀 Sonra, konser, sinema, tiyatro, festival etkinlik biletlerini kaçırmıyoruz.
Peki ne yapmıyoruz? Onu da siz bulun 🙂

STJ. AV. BUSE YILDIZ
buseyildizhukuk@gmail.com

VİCDANSIZ HUKUK

Yıl 2016.

Ofisin kapısını genç bir kız çaldı. Yanında annesi vardı.

Kızın suratından düşen bin parçaydı; annesi ise son derece öfkeli.

Meselenin, ‘özel hayat’la ilgili olduğunu anlayınca, anneyi odadan çıkarttık mecburen..

Ve kız, şunları anlattı:

“Ben üniversite öğrencisiyim. 2 sene önce, internetten tanıştığım biriyle arkadaş oldum. Başta her şey güzeldi. Evleneceğimize o kadar inanmıştım ki, onunla birlikte olmakta sakınca görmedim.
Bir süre sonra ilişkimiz çok ilerledi. Artık, annemlere, “Okula gidiyorum” diyerek onun evine gidiyordum. Okulum da şehir dışında olduğu için, ailem hiçbir şey farketmiyordu.
Aradan böyle 1 yıl geçti. Bir gün telefonunu karıştırdığımda, karısıyla mesajlaşmalarını gördüm. Çıldırmıştım sanki!
Eve geldiğinde, herşeyi bildiğimi söyleyince, bana bu kez doğrusunu anlattı. Meğer yıllardır bir başkasıyla evliymiş. Hatta 2 kez evlenmiş. Her 2 eşinden de birer çocuğu varmış…
Bunu kabul etmem mümkün değildi. Sevdiğim halde, ondan ayrılmak istediğimi söyledim.
İşte tüm olaylar, bundan sonra başladı..

Sevgilim önce tehditler savurdu bana.
Benden ayrılmak istemiyordu. Ben de “Bu şekilde olmaz! Evlisin” desem de, ne karısından vazgeçmek istiyordu ne de benden.
Artık ondan soğumak bir yana, korkar da olmuştum. Çünkü beni, herşeyi babama anlatmakla tehdit ediyordu. Oysa ailemin, “Üniversiteye gidiyorum” diyerek onun evinin bulunduğu ile gittiğimden ve sınıfta kaldığımdan bile haberi yoktu. Değil ki, evli bir adamla birlikte yaşamam, onları hepten perişan ederdi.
O gün bana mesaj attı. Mesajda, “Eğer yarın sabah evime gelmezsen, babana her şeyi anlatırım!” yazıyordu.

Babama ilişkimizi anlatır diye, korkumdan, onun evine son kez gittim..
Gittiğimde neler mi oldu?”

Söyleyeyim, eski sevgilisinin, kıza neler yaptığını:
Bu kız, ‘Münevver Karabulut’ gibi, cinayete kurban gitmedi şükür.
Ama fiziksel ve psikolojik şiddete uğradı.
Ağzına silah dayandı.
Dayak yedi. Gözü morartıldı.
Çıplak fotoğrafları çekildi.
Bu fotoğraflar, adamın kıskandığı bir başka erkeğin cep telefonuna atıldı.
Ve TECAVÜZE UĞRADI.

Kız, iki saat süren bu travmatik olaydan sonra -fırsat bulduğu ilk anda- o evden kaçtı. Ne yapacağını bilemiyordu. Fakat, “En iyisi ailemi aramak” diyerek ailesine haber verdi.

Sonra da, bu yaptıkları adamın yanına kar kalmasın diye –birçok kadının tersine-adaletin kollarına sığınmak için bize geldi.

Kız, hikayesini şöyle bitirdi:
“Birilerine önce güvenir, sonra da severiz. Sevgimizin bitebileceği, başta aklımıza hiç gelmez. Ama bir gün, o en sevdiğimiz kişi, meğer bir anda düşmanımız oluveriyormuş…
Tabii, ben bunları, o zaman bilmiyordum.”

İlk iş, Savcılığa suç duyurusunda bulunduk. Dosyada, olayın davaya dönüşmesi için o kadar çok delil vardı ki, adaletin en doğru ve çabuk kararı vereceğini sandık.
Adamın, cep telefonu ile çektiği fotoğraflarda, kız çıplak ve ağzında adamın zorla soktuğu belli olan cinsel organı ile net görünüyordu.
Tüm bunlarda, kızın mağduriyeti ve adamın uyguladığı şiddet ve zorbalık o kadar açıktı ki!

Tabii, görmek isteyen vicdanlı bir göze

Henüz 25 yaşındaki kızı, adalet kalkanıyla korumak için herşeyi yaptık. Ama adalet hem bize hem de kıza bize öyle bir tokat attı ki, şaşırdık kaldık. Dosyanın savcısı, şikayet tarihimizden tam 11 ay sonra,
“Yürütülen FETÖ soruşturmalarının yoğunluğu, personel azlığı ve 7 farklı ile bakılması hususları gözönünde bulundurularak, …. KOVUŞTURMAYA YER OLMADIĞINA DAİR”
karar verdi!
Hemen karara, Sulh Ceza Hakimliği’nde itiraz ettik.
Ama, itirazımız kısmi kabul gördü ve adam, sanki sadece kızın dudağına vurmuş gibi, sadece Basit Yaralamadan dava açıldı.

Oysa, olayda cinsel saldırı vardı; özel hayatın gizliliğini ifşa vardı; şantaj vardı; tehdit vardı; hakaret vardı; zorla alıkoyma vardı. Ama tüm bunlar görmezden gelindi kendilerine “Hukukçuyum” diyenler tarafından.
Ve, tüm diğer hukuksal girişimlerimize rağmen, dosya bu ağır suçlar açısından, bir daha açılmamak üzere kapatıldı!

Basit yaralama davasına bakan hakim bile şaşa kaldı; bu kadar delille, nasıl olur da, sadece basit yaralamadan dava açılmış olduğunadığına! Ve o dürüst hakimin tek yapabildiği, sanığa BASİT YARALAMANIN en üstünden ceza vermek ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmaması olabildi… Şu an adam hapiste ama kısa bir süre sonra çıkacak. Oysa cinsel saldırıdan dava açılmış olsa idi, 16 yılla yargılanacak ve kesin o kadar da hüküm giyecekti.

Biz yine de bırakmadık işin peşini. KANUN YARARINA BOZMA yoluna gittik. Sayfalarca dilekçe yazdık; sayfalarca delil sunduk.

Ve aylar sonra –üstünde “gerekçeli” yazsa da, bizce “gerekçesiz” olan- bir karar aldık. Şöyle diyordu kararda:
“Kanun Yararına Bozma’ yoluna başvurmuş olsanız da, KANUN YARARINA BOZMA YOLUNA GİDİLEMEMİŞTİR.”
Bu kadar basitti işte karar.
Oysa, kararı yazan belli ki, bir mahkeme kararının, bir insanın hayatını, kaderini, geleceğini ve umutlarını barındırdığını unutmuş idi…

Tabii biz de isterdik ki, bu makalenin insanlara umut verici bir başlığı olsun. Ama, bu durumda “VİCDANSIZ HUKUK” başlığını atmaktan başka çaremiz kalmadı.

Ama yine de bu makaleyi okuyan Sen, katiyen sevmekten vazgeçme!
Fakat severken de, aklınla sevmeyi de ihmal etme 🙂

Av. Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ
Stj. Av. Buse YILDIZ

 

Rauf Denktaş

RAUF DENKTAŞ

Rauf Beyi hep medyada izlemişimdir. Bence o bir kurtarıcı. Ama bugünlerde kurtarıcıların çıktığı ülkelerde, o kurtarıcıların hiçbir önemi kalmadı sanki. İnsanlar şaşırtcı bir şekilde hafızalarını yitirmişler veya birileri, onlar hafızalarını yitirsin ve beyinlerini lüzumsuz şeylerle doldursun ve geçmişlerini unutsunlar diye uğraşıyor..

O gün 19 Haziran 2008’di. Benim Kıbrıs’a ilk gelişim. Bunca yıldır neden Kıbrıs’a ayağımı atmadığımı ben de bilmiyorum. Ama Beyazyüz ailesinin evine davet alınca, bu davete icabet etmenin bana çok iyi geleceğini düşündüm ve Günce’yi aldım Kıbrıs’a gittim.

Uçak Lefkoşa Havalimanına indiğinde ve kapılar açıldığında, sanki bir klimanın sıcak fanı yüzümüze üfürüyormuşçasına, sıcak bir havayla karşılaştım. Herhalde, hayatımda yaşadığım en sıcak gündü o gün. Daha önceleri Mersin’de falan duruşmalarım olduğunda dahi, bu kadar sıcak bir iklimle karşı karşıya geldiğimi hatırlamıyorum.

Kıbrıs, uçaktan aşağıya baktığımda, Akdeniz’in içinde bomboş bir gemi gibi yüzüyordu, sessiz ve sakin.. Ama içi en kıymetli mücevherlerle dolu, herkesin peşinde olduğu bir gemi.. Dünyanın en güzel gelinine hediye edilmiş bir çeyiz sepeti sanki. Türkiye’nin çeyiz sepeti.

Ama içindekilere bakılmadan suya atılmış bir sepet ne yazık ki. O gün uçaktan inerken, o güzelim çeyiz sepetini neredeyse 60 yıldır korumuş, ama denize atılmasına engel olamamış, adı Denktaş olan, ama aslında ‘taş’tan çok bir dalgalı ‘deniz’e benzeyen o adamla tanışmaya karar verdim.

Ama ben gazeteci değildim ki ! Denktaş beni kabul eder miydi ki!?

İlk birkaç gün, kaldığım evin sahipleri ile Kıbrıs’ın havasını koklayıp, ülkeyi gezdikten sonra, Profesör Erol Manisalı’yı aradım. Ona, Denktaş’la görüşmek istediğimi söyleyip; Denktaş’ın beni kabul edip etmeyeceğini sordum.. Erol bey, bana derhal Denktaş’ın telefonunu verdi. Ben de sekreterini aradım. Randevu almam çok kolay oldu. Bu sıcak yaz gününde ve bu yaşta, Denktaş’ın ofisinde olup çalışması beni daha da çok şaşırtmıştı.

Ve 25 Haziran 2008 sabahında, Günce’yi alıp ‘Kombus’ denen dolmuş-taksilerle Girne’den Magosa’ya gittim. Randevumuz sabah 9:30’da idi. Erken kalkmayı çok sevmemekle birlikte, geç kalmamak için evden biraz erken çıkmıştık.

Biraz Magosa’da dolaştık ve Denktaş’ın “Köşklü Çiftlik” denen çalışma ofisine vardık. Saat 9:15’di. Bahçe kapısının önündeki polis kulübesi boştu. Bahçe kapısı da aralık. Yerden yaklaşık yarım metre yükseklikte olan küçük kapıyı yavaşça itip, kızımla bahçeye süzüldük.

Hayret, evin kapısı da açıktı. Ve ortada hiçbir görevli görülmüyordu.. Aralık kapıyı açıp içeri girdik. Sol tarafta bir bekleme odası gördük. Oda o saatte (!) tıklım tıklım doluydu. Ziyaretçilerin çoğu yabancıydı. Çoluk-çocuk Denktaş’ı ziyarete gelmiş birkaç İngiliz aile.. Bize oturacak yer kalmamıştı. Karşı tarafta oturan güzel sekreter hanımın da izniyle koridordaki banka iliştik. Her yerde Denktaş’ın ünlü-ünsüz çeşitli kişilerle çekilmiş olan fotoğrafları asılıydı.

Burası herhalde zamanında bir evdi diye düşündüm. Tek katlı ve kolonyal tarzda bir ev. Hemen hemen 50-60 yıllık görünüyordu “Köşklü Çiftlik”. Yani Denktaş’ın Kıbrıs için hayatını vakfetmeye başladığı yıllarda yapılmış olsa gerekti.

Ben bunları düşünürken, birden evin dış kapısı açıldı ve içeri zil-zurna sarhoş ve yaşı 60’ların üstünde bir adam daldı. ‘Daldı’ dememin sebebi, izinsiz girer gibi gelmesindendi. Adam Rumca konuşuyor, arada bir de İngilizce Denktaş’ı çok sevdiğinden ve onu görmek istediğinden dem vuruyordu.

Adamın biraz fevri biraz da ‘alkoli’ hareketlerinden ürkmeli miyim, ürkmemeli miyim diye düşünürken evin arka tarafından -Denktaş’ın yardımcısı olsa gerek- kibar, orta yaşlı bir beyefendi yaklaştı; Rum adamla gayet güzel bir Rumcayla konuşarak, onu sakinleştirdi ve sonra da kibarca dışarıya çıkarttı.

İşte o zaman, iki şeyi anladım:

1) Hayatını Kıbrıs davasına adamış bu büyük adam, hiç de iyi korunmuyordu.

2) Denktaş’ın yardımcıları -ne idüğü belirsiz bir Rum davetsiz misafire karşı bile- ne kadar kibar ve misafirperverdiler.. Acaba bizden biri, yani bir Türk, eski Yunan veya Güney Kıbrıs Cumhurbaşkanı’nın çalışma ofisine dal-dost, hem de sarhoş bir şekilde girse, yüksek sesle ve Türkçe onu aradığını söylese, ona nasıl muamele edilirdi diye düşündüm.

Adam tam dışarı çıkartılmıştı ki, -bu arada ben bunları düşünmekte olduğumdan kafam önümdeydi- yanında küçük bir köpek bulunan, kum rengi bir pantolon giymiş 2 bacağın içeri adım attığını gördüm. ‘Bu sefer kim geldi ?’ diye kafamı, bu bacakların sahibine kaldırdığımda, Rauf Denktaş’ın bana ‘Günaydın!’ diyen yüzüyle karşılaştım. Saat tam 9:30’du !..

O gün kızım aslında benimle birlikte gelmek hiç istememişti. Türk çocukları ve gençleri, yakın tarihimizle ilgilenmiyorlar ki! Ülkenin ne gibi sorunları olduğu, kimlerce yönetildiği, bize hayatını vakfetmiş büyük adamlar ve saire kimin umrunda ? Tabii bunda sadece gençlerin suçu yok. Hangi tarih hocası, gençlere tarihi sevdirerek anlatıyor ki? Veya müfredat böyle bir anlatıma izin veriyor mu ki?

Denktaş, kızımı yanımda görünce, onu hemen yanına çağırdı ve ona en son yazdığı kitap olan ‘Karkot Deresi’ni vermeleri için yardımcılarına talimat verdi. Zaten sonra da bizi, çalışma odasına aldılar.

Rauf Denktaş’la o gün ilk ve son olarak güzel bir sohbet yaptık. Ben ona, bazı sorular sordum. O da yanıtladı.

Aşağıda, onunla yaptığım kısa röportajı okuyacaksınız :

– KOSOVA’NIN ABD’YE ÜS VEREREK BAĞIMSIZLIĞINI ALMASI HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ ? KIBRIS’TA BÖYLE BİR DURUM SÖZKONUSU OLABİLİR Mİ ? SİZ ÖYLE BİR ŞEYİ KIBRIS İÇİN UYGUN GÖRÜR MÜSÜNÜZ ?

ABD, Kıbrıs’ta, Rum tarafında bulunan İngiliz üslerini kullanıyor. Bu nedenle İngilizlerle birlikte Rumları memnun edecek bir siyaset izliyor.

– BİLDİĞİM KADARIYLA KIBRIS’TA DÖRT ADET TV VAR; ANCAK TÜRKİYE’DE SEYREDİLMİYOR. RUMLAR İZİN VERMİYOR DA ONDAN MI? YOKSA AB’Mİ İZİN VERMİYOR? BU, DOSTLUK ADI ALTINDA SAMMİYETSİZLİKTEN BİR ÖRNEK DEĞİL MİDİR?

Uyduya bağlı olan TV’ler Türkiye’den de izlenebiliyor. Uyduya bağlanamayanlar izlenemiyor. Sorun ekonomiktir.

– ABD’NİN IRAK’I “İNSAN HAKLARI” ADINA KORUMAK İÇİN BİNLERCE MİL ÖTEDEN KALKIP GELMESİNE VE ÜLKEYİ TALAN ETMESİNE DÜNYANIN BİRÇOK ÜLKESİNDEN TEPKİ GELMİYOR. NEDEN? TÜRKİYE’NİN GARANTÖRLÜK HAKKI OLMASINA RAĞMEN VE BU HAK İNGİLTERE VE YUNANİSTAN İLE BİR ANTLAŞMA İLE İMZA ALTINA ALINMIŞ İKEN NİÇİN BU ANTLAŞMAYA UYMUYOR? YUNANİSTAN VE İNGİLTERE ŞU ANKİ KIBRIS YÖNETİMİ BUNA NE DİYOR ACABA?

Uymadıkları ve uymak niyetinde olmadıkları içindir ki, 20 yıl uğraştan sonra 1983’de KKTC ilan edildi. Şimsi KKTC yokmuş gibi davranmamızı ve Rum’un gaspettiği ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adı altında birleşmemizi istiyorlar. “Garanti Anlaşması’na, Askere gerek yoktur” diyorlar, kısacası ENOSİS’i bu güne kadar önlemiş olan ne varsa bunlardan kurtulmak için uğraşıyorlar.

– TÜRKİYE’DE BİR KADIN PARTİSİ (GİRİŞİMİ) KURULSA -o tarihte kurulmamıştı- BÖYLE BİR PARTİYİ YA DA GİRİŞİMİ DESTEKLER MİSİNİZ?

Desteklememek için bir neden görmüyorum. Kadın-erkek herkesin herkesin parti kurmak hakkı vardır. Ancak, mevcut partilerin bünyesinde daha aktif rol alsalar/alabilseler daha şık olmaz mı ? Ayrı Kadın Partisi niye? Erkek-kadın kavgası mı var?

……

Sonra ayrıldık yanından Rauf Denktaş’ın. Kıbrıs’ın en kuzeyine doğru çıktık yola.. Kızımla ben mutlulukla…

Av. Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ

Muş Varto’daki Son Deprem

MUŞ VARTO’DAKİ SON DEPREM

Ağlayan bir adamı en son ne zaman gördünüz ? Ben, geçen hafta gördüm. Adliyede. Gözleri şişmişti ağlamaktan.. Yanında, 12-13 yaşlarında gösteren bir oğlan çocuğu. Çocuğun gözleri sürekli yere bakıyor. Utanıyor sanki bir şeylerden..

Yanaştım usulca adamın yanına. Esmer, kavruk bir teni vardı. Bankta oturuyordu. “Ağlama” dedim. “Bu da geçecek”.

Kaldırdı başını bana doğru. Gözlerinin içi kıpkırmızı olmuştu. Kaçırdı sonra gözlerini. “Çekinme, anlat her şeyi” dedim. Anlattı..

Sonra da adı İbrahim olan 12-13 yaşlarındaki oğlu anlattı, başına gelen depremi. Muş Varto’daki son depremi (Bu anlatılanların tamamı, ifade zabtından alıntıdır. Özel bilgiler dışında hiçbir kelimesiyle oynanmamıştır) :

“…. Lisesi’nde 8. sınıfa gidiyorum. Annem-babam ve 2 kardeşimle birlikte yaşıyorum.

2010 yılında, köylümüz ve komşumuz olan Mehmet Amca, ben ve 3 erkek arkadaşımı eve çağırıp porno film seyrettirdi. Diğer 3 arkadaşım gitti. Ben de çıkmak istedim. Ama kapıyı kilitledi..

Evde sadece ben ve Mehmet Amca kaldık. Ben kaçmaya çalıştım. Mehmet Amca üstüme saldırdı. Ben, başta beni dövecek sandım. Ama kıyafetlerimi çıkartmaya başladı. İç çamaşırlarım dışında hepsini zorla çıkarttı. Onun üzerinde elbisesi vardı. Popoma dokunmaya başladı. Beni yüz-üstü yere yatırdı. Külodumu çıkarttı. Mehmet Amca’nın da bu arada alt tarafı çıplaktı. Cinsel organı ereksiyon halindeydi. Sonra cinsel organını, makatıma soktu. Canım çok acıyordu. Engellemeye ve direnmeye çalıştım ama başaramadım. Bu durum, bu şekilde 1-2 saat sürdü. Sonra beni ve ailemi ölümle tehdit etti.

“Bir daha gelmezsen, ablana da aynı şeyi yaparım” dedi.

Sonra beni bıraktı. Ben eve gittim. Korktuğum için kimseye bir şey söyleyemedim.. Bu olay, 3-4 kez bu şekilde tekrarlandı. Ben kimseye anlatamadım. Kendimi çok kötü hissediyordum. Bir gün Mehmet Amca, büyükannem-gile geldi. Mehmet Amca, beni yine evine davet etti. Ben “olmaz” dedim. Israr etmeye başladı. Ben de ağlamaya başladım. Ağladığımı büyükannem farketti. Sorduğunda, önce anlatmadım. Sonra, ısrar edince Mehmet Amca’nın bana yaptığı tüm bu olayları büyükanneme anlattım. Ertesi gün, büyükannem olayı anneme ve babama anlattı. Onlar şikayetçi oldular. Ben bu süreçte psikolojik tedavi gördüm. İlaç kullandım. Şu an hala kötü durumdayım. Derslerimde başarılı değilim. Bu olay nedeniyle, birbuçuk sene önce Istanbul’a taşındık. Mehmet Amca’dan şikayetçiyim. Cezalandırılsın.”

Hakim bey, İbrahim’in ifadesini kendisi almak istediğinde, müdahale ettim. Mahkemeden pedagog çağrılmasını istedim. Pedagog olmadan alınan ifadelerde, hakimler, sordukları sorularla mağdura, yaşadığı travmayı yeniden yaşatabiliyorlar.

Pedagog şöyle yaklaştı çocuğa: “Sana kötü bir şey mi yaptılar ? Aramızda kalacak. Annen-baban bir şey bilmeyecek. Hiç korkma!” İfadeden sonra, İbrahim’in …….. Üniversitesi’nin Çocuk Koruma Merkezi’ne sevkini sağladık. Ya sonra??

Sonrasını bilmiyorum. “Göçle birlikte Istanbul’a gelen bir insan hikayesi daha” diye düşündüm, kendi kendime kalınca. Çıktım adliyeden. Çözüm bulmaktan uzak adımlarla.. Muş Varto’ya hiç gitmeden yaşadığım depremi, içime gönderdim. Sonra dayanamadım, Sizlerle paylaştım..

Av. Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ

Korkuyorum Ben

KORKUYORUM BEN!

1999 yazıydı…

International Bar Association=Uluslararası Barolar Birliği’nin (IBA) düzenlediği hukuk toplantılara katılmak için İspanya’nın Barcelona kentindeydim. Toplantının birinden yeni çıkmıştım. Koridorda dinleniyordum. Yanıma, toplantılardaki work-shop’lardan tanıdığım bir gazeteci hanım yaklaştı. Hangi milletten olduğunu şu an hatırlamıyorum. Yanıma oturdu ve birden konuya girdi:

“Duydum ki Türkiye’de fikir özgürlüğü yokmuş!”

Şaşırdım ben, ama çaktırmadım:

“Nerden çıkarıyorsunuz? Yok öyle bir şey! Ben şimdiye kadar her düşündüğümü söyledim ve yazdım. Sözkonusu bile değil!” diye cevap verdim kadına.

Baktı ki kadın, benden farklı bir cevap alamayacak uzatmadı. Ve başka konulara daldık gittik.

..İnanın o an, gerçekten öyle düşündüğümden, öyle cevap verdim. Ya ben Dünyadan bihaberdim ya da benim başıma, fikirlerimi söyleyememek babında bir problem gelmemişti o ana kadar. Ailemde de, okuduğum okullarda da tüm inandıklarımı açıkça söylemiştim. Evet, bunlardan hoşlanmayanlar olmuştu ve bazı işyerlerinden, sırf patrona doğruyu söylediğim için atılmıştım ama hepsi bu kadarla sınırlıydı.

Fakat atlatılmayacak şeyler değildi hiçbiri de. Fikrini açığa vurduğu için cezalandırılan bir yakınım da olmamıştı o ana kadar.

Şimdi düşünüyorum da, ben gerçekten bazı şeylerden bihabermişim o ana kadar. Yıllar yıllar geçene kadar da değişen bir şey olmadı benim algımda. Ve ben biraz daha olgunlaştım. Fakat hala düşüncelerimi söylüyor ve yazıyordum.

Milli Şef İnönü ve Menderes hükümetleri zamanında, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi solcu yazarların hayatının zindan edildiğinden, hatta öldürüldüklerinden haberdardım tabii ki ama, daha sonraki yıllarda, (askeri yönetimlerin idareye el koydukları zamanlar haricinde) Türkiye’de tüm insanların, fikirlerini söylediği ve yazdığı için cezalandırıldığını pek düşünmüyordum..

Bazılarınız kızabilir ve ”Sen yanlış düşünüyorsun” diyebilirsiniz bana. Haklı da olabilirsiniz.

..

Ama artık tamamen sizin gibi düşünüyorum. Korkuyorum artık yazmaya.

Düşünmeye korkmuyorum! Kimse beni ve sizi düşünmekten alıkoyamaz. Fakat düşüncelerimi paylaşmaktan korkuyorum. Düşüncelerimi yazmaktan korkuyorum. Almanya’nın Nazi döneminde olduğu gibi, gerçek Almanların Yahudileri ispiyonlaması ve komşunun komşuya –bırakın düşmanı- cellat edilmesi; Amerika’nin Mc Carthy döneminde komünistlerin, Hristiyan kilisesinin Ortaçağ’daki ‘cadı avı’ gibi yöntemleriyle yakalanıp yıllarca hapislerde tutulması, işten atılması, aç bırakılması acaba şimdi ülkemde mi yaşanıyor diye düşünmeden edemiyorum?

..

Ben artık farklı düşünemeyecek miyim? Kendim olamayacak mıyım? Ben illaki Hükümet gibi mi düşünmek zorundayım? Ben otoriteye tabi mi olmak zorundayım?

Ama o zaman, ben, ben olamam ki! Ben başkası olursam, ben çoğunluk olursam, evet bu, Hükümetin işine yarayabilir; onların puanlarını arttırabilir ama benim puanlarımı ne yapar?

Ben, istediğim insan olamadıktan sonra, mutlu olamam ki.. Benim mutlu olmamı kimse takmıyor mu? Mutsuz insanlar topluluğu mu olmamızı istiyorlar yoksa? Ya da mutlu ama aptal? Ben hangisini tercih etsem acaba? Bana şimdiye dek öğretileni mi yoksa vurdum-duymaz bir vatandaş olup; olanı biteni görmezlikten mi gelmeyi?

..

Nazi dönemini atlatıp demokratik bir toplum olmayı başaran Almanların okulunda okudum ben arkadaşlar. Hür düşünmeyi öğrendim. Benden farklı düşüneni dinlemeyi; ona kızmamayı öğrendim. Düşüne düşüne doğru yolu bulmanın mümkün olduğunu öğrendim.

Ama ben artık yazı yazamıyorum. Orhan Saat de kızıyor bana. “Günsu ben sana köşe ayırdım. Niçin yazmıyorsun?” diye söyleniyor.

Ama bilmiyor ki, artık Günsu, eski Günsu değil! Günsu korkuyor. Hele, yakından tanıdığı ve değil terör örgütü üyesi olmak, bir kediye bile “git öte” diyemeyecek kadar nazik bir insan olan Prof. Dr. Erol Manisalı gibi bir adamın bile ‘Ergenekon Terör Örgütü’ üyesi yapıldığını ve 9 yıl hapis cezasına çarptırıldığını görünce daha da korkmaya başladı.

Ben şimdi sizce ne yapmalıyım??

Siz sizce şimdi ne yapmalısınız??

O şimdi sizce ne yapmalı??

Biz şimdi bizce ne yapmalıyız??

Av. Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ

Metrese Nafaka

METRESE NAFAKA

Siz bir adamın metresi oldunuz mu? Metresin adı, muhafazakarsanız eğer “dini nikahlı karı”, özgür kadınsanız eğer “sevgili”.

Peki, sonra o adam “Sıkıldım senden artık ! Ayrılalım… ” dedi mi Size bir gün ?

Nasıl hissettiniz kendinizi? Sevdiğiniz bu adamla, evlenme ümidiyle bir araya gelmişken, bir gün ‘kapı dışarı’ edilmek, Sizi yıkmadı mı? Ve, kendinize güveninizi yok eden, Sizi ailenize, arkadaşlarınıza ve çevrenize rezil eden bu adama karşı bir şey yapamadığınız için, sinirden delirdiniz mi?

Peki o adam arkasını bile dönmeden, yeni hayatına mı başladı? O zaman, bir müjdem var Size:
Artık, terk edilişinizi sineye çekmek zorunda değilsiniz !!

Gelin, başınıza böyle bir şey geldiğinde hukuken neler yapabileceğinizi konuşalım ve mahkeme dosyalarından bazı alıntılar yapalım.

Ama lütfen erkekler kızmasın.Peşinen söyleyeyim, bu kadınsı (kadın lehine) bir yazıdır.Ben hep kadınları mı tutuyorum? Hayır! Ama, çoğu zaman -şirret ve uyanıkları bir tarafa ayırırsak- kadınlar erkeklere göre daha fazla ezilmekteler.

Evet bayanlar. Bilin ki, artık sevgilileriniz Sizi kolay-kolay terk edemeyecek. Çünkü hakimlerimiz ve Yargıtay (yerel mahkemelerin kararlarını denetleyen ve Ankara’da bulunan en yüksek mahkeme) Sizin haklarınızı koruyor!

Görüyorsunuz, aslında ülkemizde her şey de kötü gitmiyor. Birçok iyi şey de var; ama kötüler çoğunlukta olduğu için galiba, çok sırıtmıyorlar…
Şöyle ki;
Yargıtay’ın birçok kararına göre, birlikte yaşadığı kadınla resmi nikah yapmaktan kaçınan; sonra da onu terk eden veya evden uzaklaştıran erkeğin, imam nikahlı eşine/sevgilisine, tazminat ödeme mecburiyeti var.

Gelin Sizin adınız Muazzez olsun; birlikte yaşadığınız adam da Ahmet. Muazzez ile Ahmet, evlenmek amacı ile biraraya gelmişler Daha sonra, Ahmet’in evlenmeye yanaşmaması nedeni ile, Muazzez evi terk etmek zorunda kalmış ve Ahmet’in evinde kalan eşyaların iadesini ve manevi tazminat istemiş.
Davada dinlenen tanıklar, Muazzez ile Ahmet’in İstanbul’da oturduklarını, birlikteliklerinin 6 ay devam ettiğini, Ahmet’in bir ara İzmir’e annesinin yanına ziyaret gittiğini, orada 1,5 ayı aşkın süre kaldığını ve sonra Muazzez’i telefon ile arayarak, “artık ayrılalım. Evimi terk et Muazzez!” dediğini; bunun üzerine, o sırada hamile olan Muazzez’in, bu üzüntü ile çocuğunu düşürdüğünü, başına gelen bu olayın Muazzez’in iş ve arkadaş çevresinde ve aile içinde duyulduğunu ve genç yaşta ‘dul’ kalan Muazzez’in, bu durum karşısında çok üzüldüğünü ifade etmişler.
Ayrıca, bu terk olayında, Muazzez’in hiçbir kusuru olmadığını; tam tersine Ahmet’in başka bir kadına aşık olup onu terk ettiğini; hatta Muazzez ile ayrıldıktan 2 ay sonra da o kadınla evlendiğini belirtmişler.

İşte Yargıtay bu durumda: Muazzez’e hak vermiş! Nasıl mı?Ahmet, bu hareketleri yaparak, Muazzez’in sosyal ve kişilik haklarına zarar verdi diye bayanlar – bu arada bazı tipler “bayan” denmesine sinir oluyorlarmış. Ama benim hoşuma gidiyor-. Yani, Yargıtay’a göre, Muazzez, Ahmet’ten tazminat almaya hak kazandı!!

Bilen bilir, kişilik değerlerinde oluşan eksilmeye manevi zarar denir.. Duyduğunuz, çektiğiniz ızdırap, döktüğünüz gözyaşları, manevi zararınızı gösterir. Acısını ve üzüntüsünü içinde gizleyenleri, tazminat isteme haklarından yoksun bırakmamak için yasalar, manevi tazminat ödenecek halleri sınırlamış. Bunlar, kişinin ve ailesinin onur ve saygınlığına yönelik suçlar, kişilik değerlerinin zedelenmesi, isme saldırı, nişanı bozma, evlenmenin feshi, babalığın reddi, yaralama ve öldürme ile kişilik haklarının zedelenmesi. Yani, biri Size bu tür hareketlerde bulunduğunda, Siz hüngür hüngür ağlayıp, derdinizi kimseye göstermeseniz bile, kanunlar Sizin yanınızda.

Yeter ki, adamın Size bunları yaptığını ispatlayın..

Örneğin, Derya ile Engin’in hikayesinde olduğu gibi.
Derya, Engin’in evlenme vaadiyle kızlığını bozduğunu, sonra birlikte nikahsız yaşamaya başladıklarını, daha sonra da, hakkında -başka bir erkekle görüştüğü dedikodusunu yayarak – şerefini lekelediğini söylemiş ve bu adama dava açmış!

Böyle davalarda mutlaka tanık dinlenir; çünkü bu tür hadiselerde yazılı delil olmayabilir. Genel olarak eş-dost ve arkadaşların yanında cereyan eden kavga-gürültüler, tanıklarca ifade edilir. Yani kısacası, “kol kırılır- yen içinde kalır” lafı işe yaramayalı çok oldu. Hatta o kadar işe yaramıyor ki; dikkat edin, artık “sanatçı”lar mesela, her sevgililerinden ayrıldıklarında daha iyi bir show propramında iş bulabiliyorlar. Örneğin “Rüya Hapşu”..

Derya’nın tanıkları da, Derya’nın evlenme amacıyla Engin ile beraber olduğu, ileride yuva kuracağı düşüncesiyle onu ailesiyle de tanıştırdığını; hatta Engin’in Derya’nın kızlığını da bozduğunu duyduklarını söylemişler. Ayrıca, Derya’nın, yabancı bir erkeği eve aldığı yolundaki dedikodunun da Derya’yı ayrıca yaraladığını eklemişler. Evet, Derya’nın nikahsız evliliği, hukuksal anlamda geçerli olmayan bir evlilik; ama bu durumda dahi, “toplumsal değerler, karşıdakine sadakat borcu yükler” demiş Yargıtay ve, Engin’in, evlenme vaad etmesine rağmen – Derya ile karı-koca hayatı yaşadıktan sonra- onu sıradan bir bahane ile terk etmesi nedeni ile, Derya lehine manevi tazminata hükmetmiş.

Şimdi de Gül ile Adnan’ın hikayesine geçelim ne dersiniz ? Gül ile Adnan, 2 arkadaş iken flört etmeye başlamışlar. Sonra da birlikte yaşamaya başlamışlar (veya imam nikahlı evlenmişler). Ancak, 3 yıl sonra, Gül, Adnan’a, onu terk ettiği için dava açmış ve manevi tazminat istemiş. Adnan da, Gül için harcadığı paraları ve hediyeleri Gül’den geri istemiş (böyle adamlar türedi ülkemizde. Hatta ben bir davada, Almanya’ya çağırdığı sevgilisinden ayrılınca, onun için ödediği uçak biletlerinin parasını geri isteyen adam bile gördüm).

Yani taraflar birbirlerine karşılıklı olarak dava açmışlar. Bakın nasıl ve neden:
Adnan 1956 doğumlu bir iş adamı, Gül ise 1977 doğumlu ve üniversite mezunu bir mimar aslında. Adnan, kendi oturduğu yer dışında başka bir ev kiralayarak bu eve bir takım eşyalar alıp Gül’ü oturtmuş; birlikte Marmaris’e tatile gidip bir süre yaşamışlar ve yine İngiltere’de birlikte 8-10 gün kalmışlar ve bu arada Adnan, Gül’e tek taşlı bir yüzük ve son model bir jeep hediye etmiş, 20.000 Dolar da para vermiş. İyi görünüyor di mi?

Bu davada da tanıklar dinlenmiş (Tekrar ediyorum. Yaşamınızı tanıklar eşliğinde yaşarsanız, ilerde kazanırsınız. Tabii ki, bir ilişkiden amacınız para ise)..Adnan’ın tanığı Tufan, Gül’ü kastederek, “… Ben bu kızla özel olarak görüştüm. Kendisi Adnan beyi sevmediğini ve parası için onunla beraber olacağını bana söyledi…” şeklinde beyanda bulunmuş.

Mahkeme, bu olayda, tarafların gerçek amaçlarının evlenme vaadi ile yapılmış bir nişan sözleşmesi mi yoksa birlikte yaşama mı olduğunu araştırmış. Bunun için de, öncelikle tarafların Marmaris ve İngiltere’de beraber oldukları süre içinde karı-koca gibi yaşayıp yaşamadıklarını (otel kayıtları isteterek) incelemiş.

Tabii ki, Gül ile Adnan’ın, bu sürede karı-koca gibi yaşadıkları belirlenmiş olduğundan, Borçlar Kanununun 65. maddesine göre hukuk veya ahlaka aykırı bir sonuç elde etmek için verilen şeyler geri istenilemeyeceğinden Adnan’ın davası reddedilmiş. Bu arada, Gül ile Adnan’ın gerçek amaçlarının, evlenme vaadi ile nişanlanma olmadığı anlaşıldığından, “nişanın bozulması nedeniyle verilen olağan dışı hediyeler geri verilir” kuralı uygulanmayıp, iade edilmeyenlerin geri verilmesine karar verilmemiş. Yani, evlilik dışı yaşamayı sağlamak amacı ile verilen şeyler, Gül’den geri istenmemiş.

Siz erkekler burda diyebilirsiniz ki:
“Gül ahlaksızın teki! Hem adamın parasını yemiş. Hem pahalı hediyeleri almış. Hem de geri vermiyor!.”

Oysa, kanuna göre, hediyeleri ve parayı alan Gül’ün, haksızlık veya ahlaksızlıkla hareket etmesinin, geri alma bakımından bir önemi yok; çünkü burada “iki taraf da ahlaka aykırı hareket etmişse, o mala sahip olan (zilyet) tercih olunur” kuralı gereğince, mal kimdeyse, onda kalmaya devam eder.

Sevgili Bayanlar, işte böyle..
Artık erkekler, kadınları terk ederken dikkat etsinler. “Nasıl olsa evli değiliz! Ne nafaka öderim ne tazminat. Gel keyfim gel! Sevgilinle yaşa-sonra da ayrıl!” dönemi bitti!!!

Av. Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ

Kırkından Sonra Azanı Teneşir Paklar

KIRKINDAN SONRA AZANI TENEŞİR PAKLAR
70’İNDEN SONRA AZANI ÇOCUKLARI PATAKLAR

<< 17 yaşındaki Nazlıcan Tagizade ile evlenerek tüm şimşekleri
üzerine çeken işadamı Halis Toprak’ın kızları, evliliğin iptali
ve babalarının vesayet altına alınması için mahkemeye
başvurdu.

Kızlar, “Baba yapma ! Hüseyin Üzmez gibi olursun ! dedik ama
dinletemedik.. Babamız bize, ‘O evlenmedi. Ben evleneceğim.
Evlenince Üzmez gibi olmam’ diye cevap verdi.
Herkese örnek bir işadamının böyle bir evlilik yapması çok
kötü. Babamız zaaflarına kurban gitti. Biz 10 kardeşiz.
Hepimiz, babamızın bu evliliği bitirmesini bekliyoruz. İçine
düştüğümüz utanç, bize bu kararı aldırdı”

dediler. >>
“Halis Toprak’ın kızları, dava dilekçelerinde, babalarını ‘Züğürt Ağa’ya benzeterek, babalarının hem kendisine, hem ailesine hem de Toprak Holding’e, telafisi güç zararlar verdiği ve torunlarından küçük bir kız çocuğuyla evlendiği için, kendisine (*) bir veya birkaç vasi tayin edilmesi gerektiğini ifade etmişler.“
………………………………………………..

Ben, uzun yıllar avukatlık yaptıktan sonra, artık kimseyi ayıplamamayı öğrendim; çünkü gördüm ki, her şey insanlar için. Kimin ne zaman başına ne gelecek belli değil.

Bu olaya baktığımızda, 2 problem görmekteyim. Biri, Halis Toprak’ın evliliği; diğeri de kendisine vasi tayin edilmek istenmesi.

İsterseniz, önce Halis Toprak’ın evliliğinin geçerli olup olmadığına bir bakalım :

 

(*) Medeni Kanun madde 406’ya göre

HALİS TOPRAK’IN EVLİLİĞİ GEÇERLİ Mİ ?
MİNİMUM EVLENME YAŞI 16’DIR

18 yaşını doldurmuş (yani 19’undan gün almış olan) kadın ve erkek evlenebilir; çünkü 18 yaş, kanunen ‘çocuk’ olmanın sona erdiği, yetişkin olunduğu yaştır.

Ancak evlenmek isteyen kadın veya erkek, 18 değil de, 17 yaşını doldurmuş (yani 18’inden gün almış) ise, kanunen hala ‘çocuk’ olduklarından; evlilik için, mutlaka ana ve babalarının (ana-baba boşanmışsa, velayeti alan tarafın) rızasını almak zorundadırlar.

Daha da küçük olanlar, yani 16 yaşını doldurmuş (17’den gün almış) olanlar ise, hem ana-babanın onayını hem de mahkemeden, evlilikle ilgili izin kararını almak zorundadırlar.

16 yaşından küçükler ise, hiçbir şekilde evlenemezler.
MAKSİMUM EVLENME YAŞI

Maksimum evlenme yaşı yoktur. Kadın veya erkek, 100 yaşında bile olsalar evlenebilirler; yeter ki ayırt etme (temyiz) gücüne sahip olsunlar.

Ancak, bir kadın veya erkek, eğer ayırt etme gücüne sahip olmasa bile, eğer ortada evlenmek için haklı bir sebepleri varsa, hakim -evlenme izni vermeyen vasinin iznine gerek duymadan- evliliğe izin verebilir. Yani, bu evliliğin iptali –bana göre- hukuken zor görünüyor.

***

Medyadan öğrendiğimiz kadarıyla, Nazlıcan 18’e girmiş bir kız. Bu, Nazlıcan’ın 17 yaşında olduğu anlamına gelmekte. Ama, Nazlıcan’ın annesi ve babası boşanmış oldukları için, Nazlıcan’ın velayeti kimdeyse (babası huzurevinde kaldığına göre, herhalde velayet annede) onun izin vermesiyle -imzasının da noterden veya muhtardan onaylanması koşuluyla- Nazlıcan evlenmiş olmalı.

 
Gelelim Halis Toprak’a :

Zannederim, kızları, mirasın daha fazla bölünmemesi için babalarının evlenmesine karşı çıkmış olsalar gerek. Eğer babaları, tüm malvarlığını çocuklarına eşit paylaştırmış olsaydı, kızlar bu evliliği iptal ettirmeyi büyük ihtimalle istemeyeceklerdi.

Belli ki, aile içinde çözülmeyen bazı sorunlar var. Bizce, bu nedenle, Halis Toprak’ın çocukları, babalarını vesayet altına aldırarak babalarına gözdağı vermek istediler. Bunun için de, ilk adım olarak, evliliğin geçersiz bir evlilik olduğunu iddia etmeleri gerekiyordu.

Ben, 71 yaşında bir adamın çocuklarının; babalarının, torunları yaşında biriyle evlenmesine karşı çıkmalarını -duygusal anlamda empati yapınca- haklı görüyorum; ama böyle bir şeye kalkışmanın hiçbir işe yaramayacağını; sadece ailenin uğradığı manevi zararı arttıracağını düşünüyorum.

Kısacası, bu evlilikle Halis Toprak, topluma ve ailesine karşı örnek bir davranış sergilememiş olabilir; ama evliliği –yukarıda açıklanan şartla yerine getirilmiş ise- hukuken geçerlidir ve kimsenin de bir şey deme hakkı yoktur.

Anayasa’ya göre her birey özgürdür; ister evlenir ister boşanır. Kimse, başkasının şahsi işlerine (çocuğu bile olsa) karışamaz.

 

HALİS TOPRAK’A VASİ TAYİNİ MÜMKÜN MÜ ?

Halis Ağa’ya vasi tayin edilebilmesi için, çocukları Aile Mahkemesi’ne dava açmış olduklarına göre, hakim bu talebin haklı olup olmadığına karar verebilmek için, Halis Toprak’ın akıl sağlığının yerinde olup olmadığını tespit etmek için, Sağlık Kurulu’ndan RAPOR ister. Hakim daha sonra da –isterse- kısıtlanması istenen kişiyi dinler.

Ayrıca, hakim, Halis Toprak’a vasi tayin edebilmek için, bu arada, malvarlığını kötü yöneterek, gerek kendini gerekse ailesini darlık ve yoksulluğa düşürecek birtakım işlemleri yapıp yapmadığını da, incelemek zorundadır; çünkü kızları, mahkemeye bunu da ihbar etmişlerdir.
Bir zamanlar, aynı şeyi Hülya Avşar da, ölen annesi Emral Avşar için yapmıştı. Ve savurganlığı nedeniyle, Emral Avşar’a vasi tayin edilmişti.

Kanuna göre, kötü yaşam, alkolizm, kumarbazlık, savurganlık gibi sebeplerle kendini veya ailesini kötü, yoksul, geçinemez duruma düşüren kişiye vasi tayin edilebilir. Değil çocuk, ana-babaya; eş dahi, yukarıda belirtilen kötü yaşam hallerinin varlığı halinde, kocasına veya karısına dava açarak, kısıtlanarak önlem alınmasını ve kendisine vasi tayin edilmesini isteyebilir; müsrif olan eşe ait Sosyal Güvenlik Kurumu maaşının kısıtlanana değil de kendisine ödenmesini istemek de, bu önlemlerden biridir (*).
SONUÇ OLARAK;

Eğer Halis Toprak’ın savurganlığı, alkol veya uyuşturucu madde bağımlılığı, kötü yaşam tarzı veya akıl sağlığının zayıflığı nedeniyle bakıma muhtaç olduğu ve başkalarının güvenliğini, bu nedenle tehdit ettiği ve ayrıca bu nedenlerle malvarlığını kötü yönettiği ve bu sebeple kendini ve ailesini yoksulluğa düşürme tehlikesi yarattığı ispat edilecek olursa, mahkeme Halis Toprak’a vasi tayin edebilir.

Bunun için de, mahkeme, Sağlık Kurulu’ndan Rapor almalı ve bu arada çok ayrıntılı bir yargılama yaparak, Halis Toprak’ın son yıllarda attığı tüm borçlandırıcı işlemleri ve yaptığı resmi işleri irdelemelidir. Yani bu dava medyayı daha çoook oyalar.

Ama bana sorarsanız, Halis Toprak’ın HABERTÜRK TELEVİZYONU’nda FATİH ALTAYLI’ya verdiği röportajdan gördüğüm kadarıyla, Halis Toprak’ın akıl sağlığı gayet yerindedir.
Halis Toprak’ın, özellikle, eski eşleri ve şu anda kendisiyle hasım konumunda olan çocukları hakkında yaptığı usturuplu konuşmalar, Halis Toprak’ın duygusal kontrolünün yerinde olduğunu ve mantığının gayet iyi çalıştığını ispatlamaktadır.
Onun yerinde kim olsa, sanırım bu kadar kontrollü ve dengeli bir duruş sergileyemezdi. Doktor değilim ama, bu dahi, kendisinin akıl sağlığının gayet yerinde olduğuna bir delildir.

….

(*) Nitekim, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, Medeni Kanun’un 198. maddesine göre, böyle bir karar vermiştir.

 

Kısacası, bana göre, Halis Toprak’ın evliliği BAHANE, parası ise ŞAHANEDİR.

Başına gelenler de, genç kadınları tercih etmesinden değil, parasını kızları ile bölüşmemesinden kaynaklanmaktadır..

Yoksa oğulları da bu davaya müdahil olurlardı. Di mi ama ??
AV. MUKADDES GÜNSU AKÇAGÖZ

Gitmiş Ama Bitmemiş Aşk

GİTMİŞ AMA BİTMEMİŞ AŞK

Gidiyorum, bütün aşklar yüreğimde.
Gidiyorum, kokun hala üzerimde..
Sana, korkular bıraktım;
Bir de “yeni başlangıçlar”..
Bir kendim, bir de ben gidiyorum..
Sezen Aksu

O gün, sabah saatin dokuzbuçuğuydu.. Kadınla erkek bir koridorda karşılaştılar. Kadının üzerinde patlıcan moru, kolları uzun, vücuda oturan dizde bir elbise vardı. Bacak bacak üstüne atmış, cep telefonuyla konuşuyordu. Bir ağır ceza davasını bekliyordu. Ama duruşma bir türlü başlamıyordu. Kadın sıkılmıştı. Fakat beklemek, onun işinin bir parçasıydı; çaresiz bekleyecekti. Oysa bilmiyordu ki, yıllardır beklediği erkek o koridordaydı. Fakat kadın, hiç farkında değildi..

Erkeğin üzerinde cübbe vardı. Avukat cübbesi. Koridorun bir başına-bir sonuna volta atıyordu. Kadının gözleri, mecburen erkeğe kaydı. Kadın sadece şunu düşündü:
”Ne sinir bir adam! Galiba Rizeli..”

Kadın neden Rizelilere sinir olduğunu bilmiyordu. Belki de bir Rizelinin yaptığı ‘yamuk’ onu, tüm Rizelilere karşı önyargılı yapmıştı. Ve kadın, sonra yeniden kendi dünyasına daldı.

Kafasını kaldırdığında, erkeği, yanına oturmuş ve kendine “Siz hangi duruşmayı bekliyorsunuz?” diye sorarken buldu.
“Üçüncü sırayı bekliyorum” dedi kadın. “Öyle mi?” diye cevap verdi erkek,”Ben de!”

Meğerse, her ikisi de, aynı davada sanık olarak yargılanan iki gaspçının duruşmasını beklemiyorlar mıydı? Ama birbirlerini ilk kez, o gün görüyorlardı.

Kadın, erkekle hiç ilgilenmemişti. Ama, nedense yan gözle bakarak, erkeğin yaşını tahmin etmeye çalıştı. “Herhalde 55-60 arası var” diye düşündü. Çünkü erkek bakımsızdı. Yorgun görüyordu. Ama bu yorgunluk, uzun bir günün sonunda hissedilen ve gece uyumakla geçen bir yorgunluk değildi. Erkeğin yüzünde yılların yorgunluğu, gözlerinde ise hüzün vardı. Kadın bunu derhal anladı.

Fakat yine de ilgilenmedi..

Erkek, sohbeti ilerletmek ister gibi oradan-buradan konular açıyordu. Kadın “Bu adam niye benle konuşmak istiyor ki?” diye düşünmedi; çünkü erkeklerin kendisiyle ilgilenmesine alışkındı. Sebebi, herhalde saçları, bacakları, kalın dudakları ve muzip bakan yeşil gözleriydi.

Adam kartvizitini çıkarttı ve kadına verdi. Kartviziti üzerinde, bir kadının da adı vardı. Erkek, açıklama gereğini duydu: “Bu benim rahmetli eşimdi” dedi, “İki sene önce vefat etti”.

Kadın şaşırmadı. Ama etkilendi.. Ölen karısının adını, kartvizitinde taşıyan bir erkek.. “İlginç” diye düşündü, kendi kendine.

İşte ilk o an, erkekle ilgilendi. “Rizeli misiniz?” diye sordu birden erkeğe. “Hayır” dedi adam, “Erzurumluyum”. “Rizeliye benziyorsunuz” diye cevap verdi kadın.

Nedense, adamın Rizeli olmadığına sevinmişti.
İşte o an, erkeğin ölen eşinin, erkeğe, “YENİ BAŞLANGIÇ BIRAKTIĞI” ANDI. Fakat her ikisi de anlamadı..

Erkek, kadını aynı günün akşamında telefonla aradı. “Görüşelim mi?” diye sordu. Kadın, ‘damdan düşer gibi’ gelen bu soruya hem şaşırdı; hem de erkeğin çapkın olma ihtimalini düşündüren bu sorusu, onu irite etti. Fakat karşısında, karısını kaybetmiş bir erkek vardı. Onu kırmak istemedi.

Aslında kadını ilk gören herkes, onu çok katı ve ukala biri sanabilirdi; fakat kadın –inadına- duygusaldı. Belki de duygularını belli etmemek için katı görünüyordu.

Sonunda bir akşam yemeğinde buluştular. Aslında kadının amacı, erkekle bir yemek yiyip; o yemekte de erkeği tavırlarıyla sinir edip –bunu isterse çok iyi başarıyordu-, başından ‘def’ etmekti.
Bu nedenle, bir erkekle ilk kez yemeğe çıkan her kadının yaptığının tam tersini yaptı. Erkeğe hiç ama hiç rol yapmadı. İçinden geldiği gibi davrandı. Ve ne düşündüyse onu söyledi; çünkü erkeğe kendini beğendirmeye çalışmıyordu. Erkek ise, kadının çocuksu (belki de anormal) hareketlerine karşı, hiç renk vermiyordu. Hep sakin ve yumuşaktı. Kadına, hayatından, çocuklarından ve yalnızlığından söz etti. Kadın, erkeğin kendisine asılmak için bunlardan söz ettiğini düşünmek isterken, birden vazgeçti. Neden vazgeçtiğini bilemedi. Ama, o andan itibaren kadın, garip bir şekilde, erkeğe doğru itildiğini hissetti.

Erkek, aslında bitmemiş bir aşkın kahramanıydı. Ölmüş karısını severken kaybetmek ne demekse, onu yaşamıştı.. Sevdiğinden, aşkından istemeden ayrılmıştı. Kadına bunu anlattı.
Ölmüş eşiyle nasıl tanıştıklarını, neler yaşadıklarını, eşinin nasıl hastalandığını, ondan sonra neler olduğunu, neler hissettiğini, eşini hala çok sevdiğini, onu özlediğini, eşinin ne kadar mükemmel bir insan olduğunu, erkeği bir kez bile üzmediğini, kadına tek-tek anlattı.
Kadın sadece dinledi. “Bana bunları anlatma ne olur” diyemedi. Hep dinledi. Erkeğin, ölmüş eşinden bahsederken “eşim” demesi, içini ‘cızz’ ettirmesine rağmen, erkeğe duygularını hiç belli etmedi.
Kadın, ne de olsa bir kadındı; ama erkeği dinlerken kadınlığını bir tarafa bıraktı; erkeğin sadece arkadaşı, sırdaşı oldu. Belki de, erkeğin şimdiye dek kimseyle paylaşmadığı duygularını dinledi. Ve onu anladı.

Sonra kadın, BİTMEMİŞ BİR AŞKIN KAHRAMANI bu erkekle beraber oldu. Ama erkeğin, ölmüş o kadına hala aşık olduğunu ve gerçek aşkın hiçbir zaman yok olmayacağını; aşık bir erkeğin, aşka bu kadar alışkınken, yeniden aşkı arayacağını; aşkın, insanın içinde olduğunu ve yeniden üreyeceğini; bu kadar duygusal ve ölmüş bir insana karşı bile bu kadar vefalı bir erkeğin, asla kötü olamayacağını bilerek erkeğin duygularına cevap verdi.

Ölmüş mükemmel bir kadınla, ömür boyu kıyaslanma riskini göze alarak, onun kocasıyla beraber olmak çok zordu. Ama kadın hiç korkmadı. Sadece kalbinin ve aklının sesini dinledi.

Ancak, ağaçlar altında, sıcak bir Akdeniz gecesinde, Sezen Aksu’nun “Gidiyorum” şarkısını dinlerken, içinin sızlamasına da engel olamadı.
Erkeğin eli, o an kadının elini tutuyordu; ama kadın biliyordu ki -erkek de kendi gibi- ölmüş mükemmel kadını düşünüyordu ve onun, bu şarkıyı erkeğine söylediğini hissediyordu:
“Gidiyorum, bütün aşklar yüreğimde.
Gidiyorum, kokun hala üzerimde..
Sana, korkular bıraktım;
Bir de “yeni başlangıçlar..
Bir kendim, bir de ben gidiyorum..”

Şarkı bittiğinde kadın, ‘yıllardır beklediği’ erkeğin gözlerine baktı. Artık, ‘sadece’ gözleriyle anlaşabiliyorlardı. Gözleriyle, onu ölene dek seveceğine, sayacağına ve hiçbir zaman üzmeyeceğine dair söz verdi; çünkü erkek, ona, ölmüş mükemmel kadının bir emaneti ve armağanıydı. Artık ikisinin de korkmasına gerek yoktu..

AV. MUKADDES GÜNSU AKÇAGÖZ

 

Çocuk Büro Polisleri Farkında

ÇOCUK BÜRO POLİSLERİ FARKINDA

Eskiden adı “KİM 500 MİLYAR İSTER”di.
Yeni adı ise : “KİM MİLYONER OLMAK İSTER?”

Bir de ülkemizde enflasyon yok diyorlar. 10 yıl önce, 500 milyar bir servet iken, şimdi 1 trilyon (1 milyon TL) istiyor millet demek ki programın adı 2 katına çıktı..

Şu KENAN IŞIK’ın sunduğu programdan bahsediyorum.

Ben, TRT 1’de 1980’leri işleyen “80’LER” DİZİSİne de konu olan “ARKASI YARIN”ları hiç kaçırmamaya çalışırım radyoda –eğer sabah 10 civarı yolda isem.

Ne alaka diyeceğinizi biliyorum. Şu alaka :
Baktım, geçen haftaki ARKASI YARIN’da KENAN IŞIK seslendirme yapmış. Ama, aynı KENAN IŞIK, yıllardır çok ünlü bir TV sunucusu. Fakat, adam tiyatroya gönlünü vermiş. Amatör ruhunu hiç kaybetmemiş. Belki çok cüz’i bir ücret karşılığında (belki de hiç ücret almadan) TRT FM’de seslendirme yapıyor.

İşte ben de amatör ruhlu bir hukukçu olarak, mesleğimi ve insanları çok sevdiğimden CMK AVUKATLIĞI yapıyorum arada-sırada.

Ne demek CMK AVUKATLIĞI ? Şu, Devletin, fakir insanlara atadığı avukatlar. Bunun için, gönüllü olmak şart. Çünkü, bazen, en önemli toplantınızın ortasında, bazen de gece 03:00’de Savcılığa veya karakola çağırılırsınız.

Ve..İşinizi-gücünüzü-ailenizi-sıcak yatağınızı bırakıp, parası olmayan mağdur veya şüphelinin yanına gidersiniz.

Bu, bazen çocuk olur..

Kendimi KENAN IŞIK’la mukayese etmek istemem; ama onun,“ARKASI YARIN” SESLENDİRMESİ yapması ne ise, 23 yıllık bir AVUKATIN, CMK YAPMASI da aynı şey.

Hatta ilk başladığımda, tanıdık savcılar beni karşılarında gördüklerinde çok şaşırıp “Hayrola?” diye sorarlardı. Oysa, bilmezler ki, bir avukat sadece para için çalışmaz.

İşte, CMK yaptığım dosyaların birçoğunda, toplumu tanıma şansı bulurum ben. Hoşuma giden de odur; çünkü, avukatlık büronuza, istemediğiniz müvekkil girmez, giremez. Beğenmediğiniz adamın, almazsınız işini, olur biter. Ama, CMK’da öyle mi ? Size Baro’dan gelen mesajda sadece şu yazar :
PENDİK ÇOCUK BÜRO, MAĞDUR: S.M., YAŞ: 14, SUÇ: CİNSEL TACİZ (VEYA HIRSIZLIK)…

Atlar gidersiniz Çocuk Büro’ya. Karşınızda dünyalar güzeli, ama gözleri deli-deli bakan bir genç kız veya oğlan. Konuşursunuz onunla, polislerden görüşme için oda istedikten sonra.
Bakarsınız, her olayın arkasında bir dram gizlidir.

Bu yaşta, Çocuk Büroya düşmüş, kim bilir Anadolu’nun hangi bölgesinden gelmiş bir ailenin kızı veya oğlu. Neden bu saatte burada? Annesi-babası nerde? Ne oldu veya kim ne yaptı da buralara düştü? ..soruları aklınızdan geçer.

Ben, meraklıyım çok. Ve aslında duygusalım. Her bir insanı kendimden biri gibi görmeye meylediyorum. Aslında, CMK eğitimlerinde avukatlara tersi öğretilir. Duygularınızdan arının, yoksa müvekkiller tarafından kullanılırsınız derler Size. Mümkün mü peki ?

MÜMKÜN MÜ DUYGUSUZ OLMAK, KÜÇÜK BİR KIZI FAHİŞE, GENÇ BİR DELİKANLIYI İSE HIRSIZ OLARAK GÖRMÜŞKEN önünüzdeki evrakta?!

Diyorlar ki, Istanbul’un taşı-toprağı altın. Hadi, altın heybenizi sırtınıza, toplayın tasınızı-tarağınızı, gelin Istanbul’a! Çünkü Istanbul’da iş var. Çünkü Istanbul’da para var. Çünkü Istanbul’da gezmek var. HER ŞEY ISTANBUL’DA!

Peki o, yanınızda getirdiğiniz çocuklarınıza ne olacak? Anadolu’nun bağrından kopmuş o gariban hemşerim, ekmek parası uğruna gelirken Istanbul’a, evde yalnız büyümek zorunda kalan, sadece bir VİTRİNDEN İBARETSİTELERde yaşayanlara özenen, başkalarının ESKİLERİNİ GİYEREK BÜYÜYEN çocuklarına ne olacak?

Bunu düşünür mü bizi yönetenler?

Düşünmedikleri ortada.

Her bir CMK dosyasında içim kan ağlıyor. Her bir dosyada KÜÇÜK BİR FAHİŞE, DELİKANLI BİR HIRSIZ, YAKIŞIKLI BİR İB.. (kibarcası GAY) veya BİR UYUŞTURUCU MÜPTELASI, ÇOCUKLARINI TERKEDİP EVDEN KAÇMIŞ VE KÖTÜ YOLA DÜŞMÜŞ BİR ANNE veya KOMŞUSUNUN TACİZİNE UĞRAMIŞ BİR ÇOCUK ile karşılacağım diye, içim pır-pır gidiyorum karakola.

Bu mudur Türkiye’nin politikası? Bu mudur işsizlik politikamız? Bu mudur eğitim politikamız? Bu mudur vatandaşımıza layık olan hayat?

Halkımız, ekmek parası ve başını bir daireye sokmak uğruna geldiği büyük şehirde, EVLATLARINI KAYBEDİYOR, kimse farkında değil.

Bir tek ÇOCUK BÜRO’DAKİ POLİSLER ve CMK AVUKATLARI FARKINDA!

Av. Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ

 

Avrupa Birliğine Nasıl Gireriz?

AVRUPA BİRLİĞİNE NASIL GİRERİZ?

Hiç klasik müzik konserine gittiniz mi ?
Bir sürü enstrüman vardır orkestrada.
Her bir enstrüman, kendi sırasını bekler çalmak için. Sırası geldiğinde görevini yerine getirir ve sonra susar. Bazen de birkaç enstrüman aynı anda çalar. Tıpatıp, aynı anda.
Belki aynı, belki başka notaları; ama aynı anda…
Bazen de tüm enstrümanlar, aynı anda bitirirler çalmayı.

Bu ne kadar zordur bilir misiniz ?
İnsanın, sırasını beklemesi; sonra sırası geldiğinde, görevini yapması; başkasının yaptığını, seyretmesi; yeri gelince, konuşması; tüm bunların, bir amaç uğruna ve büyük bir ahenkle gerçekleşmesi ve görev bitince de aynı anda durması..

İşte Avrupa Birliği’ni oluşturan o ülkeler, yüzyıllardır yaptıkları müziğe o kadar alışkınlar ki, Birliğin amaçları uğruna, yeri geldiğinde susar, yeri geldiğinde aynı anda hareket eder, yeri geldiğinde görevlerine başlar ve yeri geldiğinde de görevlerini bitirirler.

Çünkü Avrupalı, görevi için yaşar.

Bu onlara daha çocukken öğretilmiştir. Ne gerekiyorsa onu yapmak. Hedefinden sapmamak. Duygularına ve insani zaaflarına teslim olmamak.

Nerden mi biliyorum bunları ? Ben 1975 ile 1983 seneleri arasında Istanbul Alman Lisesi’nde okudum. Hocalarımızın hepsi Almandı, spor ve müzik hocamız dahil.

Bilirsiniz kızlar, regl olduklarında spor yapmak istemezler. Bizim kızlar da öyleydi. Adet kanaması insanın bazen karnını ağrıtır, bazen de adalelerini. İşte o zaman insan, kendini doğal olarak hasta hisseder. Ve tabii ki regl hali, bir kadının ruh halini de etkiler (hatta İngiltere’de bir vakıada, regl sırasında kocasını öldüren bir kadının bu durumu hafifletici neden kabul edilmiştir).
İşte bu durumda olan kızlar, Alman spor hocasına, “hocam ben hastayım” deyip, spor yapmak istemediklerinde, ne cevap alırlardı biliyor musunuz?
“Neren hasta?” diye sorardı spor hocası. Öğrenci, “Ich habe Tage” (regliyim) diye cevap verdiğinde ise, hocamızın cevabı “Bu bir hastalık değil. Derhal git eşofmanlarını giy ve derse gir!” olurdu..

Bazen de, özellikle okulun bitmesine yakın (Haziran ayında) -işlediğimiz müfredat da neredeyse tamamlanmış olduğundan- ders yapmak istemezdik. Amacımız kaytarmaktı tabii.
Ama Alman Hoca ne cevap verirdi dersiniz? “Ben ücretimin tamamnını aldım ailenizden. Ve bunu okul sonuna kadar Size ders vermek için aldım. Sizinle ders yapmazsam, sorumluluğumu yerine getirmemiş olurum” (şimdi Türk okullarında öğrenciler, Haziran ayında –değil derse girmemek- okula bile gitmiyorlar. Hele -inanılmaz bir şey ama- üniversite sınavına hazırlanan son sınıflar, okula aylarca gitmiyor; sadece sınavlara giriyor ve böyle karne alıyorlar. Gel de böyle yetişen Türk gençliğinden, sorumluluk, ödev, disiplin, çalışkanlık bekle?).

İşte bu ve bunun gibi derslerle, Avrupalılar çocuklarını hayata hazırlar.
Türk ailelerin okula gitmeyen 3-6 yaş arası çocukları, gece 24:00’e kadar ana-babalarıyla salonda oturup TV seyrederken, Avrupalı TV dahi seyretmez; kitap okur. Tabii, toplumun orta ve üst kesiminden bahsediyorum; onların da bir alt kesimi var, böyle olmayan. Ama azınlıktalar.

Avrupalı disiplinle yaşar. Disiplin için yaşar. Onun görevleri, içgüdülerinden daha önemlidir; çünkü küçüklüğünde buna alıştırılmıştır.

Peki Türkler, yeni tabiriyle “Türkiyeli”ler neden bir türlü bir araya gelip bir şeyler yapamazlar? Hep birbirlerini yerler? Hatta içlerinden biri iyi bir şey yaptığında, diğeri –değil kendi sırasını beklemek ve sadece kendi görevine odaklanmak- onun yaptıklarını bozmakla uğraşır?
Türkler klasik müzik konserindeki uyumu neden göstermezler? Çünkü Doğululardır. Bu, Doğululara has bir özelliktir.
Doğulu olmak, hep başkası ile ilgilenmek; bu arada kendi görevlerini ihmal etmek demektir. Prensipler değildir önemli olan, önemli olan lak-lak yapmak, gününü güzel geçirmek, yemek-içmek-eğlenmektir. Oysa oturmak insanı miskinleştirir, uyuşturur. Uyuşan insan da bir türlü iş yapmak istemez.

İşte o nedenle, Doğulu, rehavet içindeyken; Avrupalı gelir onun ülkesine ve harita üzerinde cetvelle topraklarını keser/böler/çıkarır.

İşte o nedenle, Doğulu tembellik yaparken, Avrupalı gelir Türkiye’ye ve insanımıza kendi dilini öğretir (Siz hiç Avrupalıya Türkçe öğretmeye çalışan birilerini gördünüz mü? Fethullah Hoca’nın okullarını bundan ayrık tutuyorum. O öğretiyordu; ama bizden de geri almış ülkelere öğretiyordu; Avrupa’da değil..).

İşte o nedenle, Türk uyurken, Avrupalı, madenlerimizi, sınırlarımızı (örneğin mayın döşemek adıyla) ve Kıbrıs’ı eline geçirmek için türlü dala-vere yapar (oysa Türkler, 1570’li yıllarda Kıbrıs’ı almak için, Istanbul’un fethinden çok daha fazla askerini şehit olarak vermiş ve bir donanmasını yitirmiştir).

Fakat ülkemizin çocukları, tarihleri ile hiç ilgilenmezler –belki de bilinçli olarak onlara tarihleri unutturulmaya çalışılmaktadır?-. Öğretmenleri de aldırmaz, öğrencilerinin nelerle ilgilendiği ile. Zaten derslerin çoğu da boş geçer ortaokul ve.

İşte o nedenle, Türkler, Avrupa Birliği’ne girmek için 1959 yılından beri (tam 56 yıldır) beklerken, Avrupalı, Avrupa’da bile olmayan Güney Kıbrıs’ı derhal Avrupa Birliği’ne alır; Türk’e de bunu, lokantanın önündeki aç çocukların vitrine bakıp ağzını şapırdatması gibi seyretmek kalır (sanki mecburmuş Avrupa Birliği’ne girmek gibi).

Kısacası, klasik müzik çalan bir orkestrayı es geçmeyelim.
Avrupalı yüzyıllardır çok sesli müzik yapmaktadır. Ama, biz çok sesli müzik kültürüyle yetişmedik.

Ne zaman ki, çocuklarımıza çok sesli bir orkestradaki ahengi, disiplini, çalışmayı ve görev bilincini öğretirsek, işte ondan sonra biz de, kendi kendimizi yönetmeye başlayacağız.

O zaman da zaten Avrupalı “gibi” olmak için Avrupa Birliği’ne girmek zorunda kalmayacağız. Onlar bizim kapımızda sıra bekleyecekler.

Bir rüya mı bu acaba ?

Av. Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ